Tıp Fakültesi Uzmanlık Tezleri Koleksiyonu
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Güncel Gönderiler
Öğe Hidradenitis süppürativa hasta serumlarında lösinden zengin α-2 glikoprotein1 (LRG1), IL-1ß, IL-6, IL-17A, TNF-α ve hs-CRP düzeylerinin değerlendirilmesi(Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Büyükboyacı, Mustafa Alper; Duman, Ni̇layHidradenitis Süppürativa (HS), yaşam kalitesini bozan, klinik olarak başlıca aksiller, inguinal, gluteal bölge gibi apokrin bezlerden zengin alanlarda ortaya çıkan ağrılı nodüller, apse, sinüs traktüsleri ve drene füstüller ile karakterize kronik inflamatuvar bir hastalıktır. HS patofizyolojisindeki temel bozukluk, folikülopilosebase ünitenin tıkanması, foliküler rüptür ve nihayetinde doğal ve adaptif immün yanıtların ortaya çıkmasıdır. İnterlökin (IL) -1β ve Tümör nekrozis faktör-α (TNF-α) gibi pro-inflamatuvar sitokinler, aktifleşmiş T helper (Th)1 ve Th17 hücrelerinin aracılık ettiği IL-17 gibi mediyatörler, nötrofiller, makrofajlar ve plazma hücreleri bu süreçte rol oynamaktadır. Bu inflamatuar kısır döngü sonucunda ağrı, pürülan akıntı, doku yıkımı ve skar oluşumuyla sonuçlanır. Lösinden zengin α-2 glikoprotein1 (LRG1) son zamanlarda öne çıkan; romatoid artrit, ülseratif kolit ve psoriasis gibi birçok inflamatuar hastalıkta düzeylerinin arttığı gösterilmiş bir akut faz proteinidir. IL-6 aracılı ekspresyonu ile naif Th hücrelerinde Th17 farklılaşmasında rol oynamakta, ayrıca Transforme edici büyüme faktörü (TGF- β) aracılığıyla angiogenetik ve fibrotik süreçlere katkıda bulunmaktadır. Bu çalışmada HS hastalarında daha önce çalışılmamış LRG1 düzeylerinin ve bazı inflamatuvar belirteçlerin [IL-6, IL-1β , IL-17A, TNF-α ve yüksek duyarlılıklı c reaktif protein (hs-CRP)] sağlıklı kontrollerle karşılaştırılarak çalışılması ve LRG1'in hastalık etyopatogenezindeki rolünün incelenmesi amaçlanmıştır. MATERYAL ve METOD Temmuz 2023- Ağustos 2024 tarihleri arasında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Deri ve Zührevi Hastalıklar Anabilim Dalı polikliniğine başvuran, iyi tanımlanmış klinik kriterlere göre tanı konulan gönüllü HS hastaları (n=40) ve yaş cinsiyet uyumlu 40 sağlıklı gönüllü çalışmaya dahil edildi. Bilinen tümöral hastalığı, aktif enfeksiyonu olan olgular, son bir ay içerisinde sistemik tedavi alan ve cerrahi operasyon geçirmiş olgular çalışmadan dışlandı. Hastaların aile öyküsü, hastalığın başlangıç yaşı, sigara kullanımı, komorbiditeleri sorgulandı ve vücut-kitle indeksi (VKİ) kayıt edildi. Hastalık şiddeti değerlendirilmesinde, Hidradenitis Süppürativa-Hekim global değerlendirme skorlaması (HS-PGA) ve Hurley evrelemesi kullanıldı. Hastaların başvurusunda kan örnekleri 5 mililitre(ml) vakumlu tüplerde steril koşullarda alınıp hızlıca serumları ayrıldı ve örnekler Ege Üniversitesi Tıbbi Biyokimya Anabilim Dalı'nda -80C'de saklandı. Serumlar daha sonra toplu olarak çözülerek ELISA kitleriyle çalışıldı. BULGULAR Çalışmaya katılan HS hastalarının % 67,5'i erkek, % 32,5'i kadındı, yaş ortalaması 34,63 ± 10,67 (medyan 34) idi. Her iki grup benzer cinsiyet ve yaş dağılımına sahipti. Hastaların %85'i sigara kullanmaktayken, ortalama VKİ değeri 30,06 ± 5,98 (medyan 29,5) idi. HS hastaları istatiksel olarak anlamlı şekilde daha fazla sigara kullanım öyküsüne ve daha yüksek VKİ ölçümlerine sahipti (p<0.05). Hasta grubunda serum IL-6, IL1-β, IL-17A, TNF-α ve hs-CRP düzeyleri sağlıklı kontrollere göre istatistiksel olarak anlamlı yüksek bulundu(p<0.05). Serum LRG1 ortalaması hasta grubunda ve sağlıklı kontrollerde benzer saptanmış olup istatiksel bir anlamlılık elde izlenmedi (p>0.05). LRG1 düzeyleriyle IL-6, IL1-β, IL-17A, TNF-α ve hs-CRP arasında bir korelasyon saptanmadı. hs-CRP düzeyleri ile IL-6, IL1-β, IL-17A ve TNF-α düzeyler arasında pozitif korelasyon izlendi (p<0,05). HS-PGA ve Hurley evrelemesine göre değerlendirilen hastalık şiddeti ile LRG1, IL- 6, IL-1β , IL-17A, TNF-α ve hs-CRP düzeyleri arasında bir ilişki saptanmadı (p>0,05). Sigara kullanımı öyküsü, cinsiyet ve VKİ düzeyleri ile serum LRG1, IL-6, IL-17A, IL-1β, TNF-α hs-CRP düzeyleri arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı (p>0.05). SONUÇ Çalışmamızın sonuçları IL-6, IL1-β, IL-17A, TNF-α 'nın HS patogenezindeki rolünü desteklemektedir. Çalışmamızın sonuçları hafif şiddette HS'lu olgularda dahi serum IL-6, IL- 1β, IL-17A, TNF-α düzeylerinin yüksekliğini göstermektedir. Bu durum HS'li hastalarda inflamatuvar sürecin hastalık başlangıcında da belirgin olabileceğini ve bu inflamatuvar molekülleri hedefleyen tedavilerin hastalığın başlangıcında da hastalık progresyonunu önlemede etkin olabileceğini desteklemektedir. HS'li hastalarda LRG1 düzeylerinin sağlıklı kontrollere benzer bulunmuş olması, LRG1'in HS'li hastalarda hastalık biyobelirteci olarak kullanım potansiyelinin düşük olduğunu düşündürmektedir . hs-CRP ile IL-6, IL1-β, IL-17A, TNF-α düzeylerinin pozitif korelasyon göstermesi nedeniyle, hastalıktaki inflamatuvar süreci takipte hs-CRP'in LRG1'e kıyasla daha iyi bir belirteç olduğunu düşünmekteyiz.Öğe Acil servise başvuran unstabil hastalarda mortalite belirteçleri(Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Yeşil, Reyhan Ceren; Özçete, EnverAmaç Acil servisler hastanelerde en çok başvuru alan kliniklerin başında gelmektedir. Bu başvurulardan unstabil hastalar taşıdıkları yüksek mortalite riski nedeniyle stabil hastalardan daha hızlı şekilde fark edilmelidir. Mortaliteyi önlemek için erken laboratuvar eğilimlerini belirleyerek ve zamanında kararlar alarak kötüleşme riski taşıyan hastaları derhal tanımaya ihtiyaç vardır. Gereç ve Yöntem Çalışma Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Servisi'nde 15.06.2023-15.12.2023 tarihleri arasında, tek merkezli ve prospektif olarak gerçekleştirildi. Acil servise başvuran ve dahil edilme kriterlerine uyan unstabil hastalar çalışmaya alındı. Çalışmaya dahil edilen hastaların demografik verileri, vital değerleri, kan gazı parametreleri, ek hastalıkları, şok indeksi, modifiye şok indeksi, albümin/CRP oranı, nötrofil/albümin oranı, acil servis mortalite durumu ve 30 gün içindeki mortalite durumu kayıt altına alındı. Bulgular Çalışmaya dahil edilen ve onamı alınan 679 hastadan %65,2'si 65 yaş üzerindeydi ve %57,3'ü erkekti. Çalışmamızdaki hastalardan GKS<15 olanlar %54,2, SKB<90 mmHg olanlar %17,1, OAB<65 mmHg olanlar %13,1 ve satürasyon<%90 olanlar ise %65,8'lik bir dilimi oluşturmaktaydı. En sık geliş şikayeti %44,8 ile nefes darlığı idi. Hastaların en sık sahip olduğu ek hastalık ise HT olarak saptandı. Çalışmanızda hastaların %8,6'sı acil servis başvurusunda exitus olurken %43,4'ü 1 ay içinde exitus oldu. Çalışmamızda tekli regreyon analizi ile 1.ay mortaliteye etki eden değişkenleri incelediğimizde hastanın entübe edilmesinin mortalite riskini 14,1 kat ve inotrop tedavisinin 7,7 kat arttırdığını saptadık. Aynı şekilde acil servis sonlanımındaki mortaliteye etki eden değişkenleri incelediğimizde ise hastanın entübe edilmesinin mortalite riskini 105,7 kat ve inotrop tedavisinin 14,7 kat arttırdığını saptadık. Çalışmamızda çoklu logistik regresyon ile 1.ay mortaliteye etki eden değişkenleri incelediğimizde mortalite riskinin şok indeksi >0,9 olan hastalarda 31,05 kat, entübasyon uygulanan hastalarda 13,94 kat arttığı saptadık. Aynı şekilde acil servis sonlanımındaki mortaliteye etki eden değişkenleri incelediğimizde ise mortalite riskinin entübasyon uygulanan hastalarda 175,94 kat, inotrop tedavisi alan hastalarda 3,55 kat, GKS <15 olan hastalarda 0,14 kat arttığı saptadık. Sonuç Acil servis mortalitesini öngörmede en değerli parametreler; GKS <15, entübasyon ve inotrop/vasopressör tedavisidir. 1.ay içindeki mortaliteyi öngörmede en değerli parametreler ise; yaş >65, hastanın entübe edilmesi, GFR <60 mL/dak/1.73 m2, K >5,5 mEq/L, şok indeksi >0,9, modifiye şok indeksi >1,3, albümin <3,5 g/L ve NLO değerinin yüksek (acil mortatitesinde >9,5, 1.ay içindeki mortalitede >5,3) olmasıdır.Öğe Acil servise başvuran kritik bakım hastalarında serum ferritin düzeyinin mortalite ve morbidite üzerine etkisinin araştırılması(Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Aybek, Berk; Kıyan, Güçlü Selahatti̇nAmaç : Bu araştırmanın amacı, acil servise başvuran kritik bakım hastalarında serum ferritin düzeyinin mortalite ve morbidite (entübasyon, inotrop, major kardiyak olay, trombolitik ihtiyacı) üzerine etkisini araştırmaktır. Bu çalışma, kritik bakım hastalarında serum ferritin düzeyinin prognostik önemini daha ayrıntılı bir şekilde değerlendirmeyi hedeflemektedir. Gereç ve Yöntem : Bu çalışmada Ege Üniversitesi Acil Tıp Anabilim Dalı'nda acil servis kritik bakım alanına Ocak 2024 – Haziran 2024 tarihleri arasında başvuran hastaların ferritin örnekleri hasta onamları alınarak Biyokimya Laboratuvarı'nda çalışılmış, dosyaları değerlendirilmiş ve kapsamlı bir veri tabanı oluşturularak prospektif olarak incelenmiştir. Hastaların acil servis takibi sırasında aldıkları tanılar, vital parametreleri (sistolik kan basıncı, diyastolik kan basıncı, kalp hızı, ateş, solunum sayısı, oksijen satürasyonu), kan gazı değerleri (pH, HCO3, pCO2, Laktat), serum ferritin değeri, hemoglobin değeri, lökosit sayısı, nötrofil sayısı, lenfosit sayısı, nötrofil/lenfosit oranı, GGT, albümin, CRP, procalcitonin değerleri, hasta sonlanımları ile birlikte 48 saatlik ve 1 aylık mortalite ve morbiditeleri (entübasyon, inotrop ihtiyacı, majör kardiyak olay, trombolitik ihtiyacı) değerlendirilmiştir. Bulgular : Çalışmaya toplam 500 hasta dahil edildi. Hastaların acil servise başvuru anındaki hastalıkların dağılımı kardiyak ilişkili hastalık tanısı alan hasta sayısı 214 (%33,9) , akciğer ilişkili hastalık tanısı alan 197 (%31,2) , kraniyal ilişkili hastalık tanısı alan 88 (%13,9) , diğer hastalık tanısı alan 133 (%21) hasta bulunmaktaydı. Yüksek ferritin düzeyine sahip hastalarda, sepsis, pnömoni, akut böbrek yetmezliği ve idrar yolu enfeksiyonu hastalıklarının görülme sıklığının daha yüksek olduğu ve bu hastaların prognozunun daha kötü olduğu saptanmıştır. Hastaların acil serviste ve yattığı birimdeki 48 saat ve 1 ay içinde mortaliteleri sırasıyla 21 (%4,2) ve 97 (%19,4) olarak saptandı. Serum ferritin değerleri arasındaki farklar 48 saatlik mortalite saptanan ve saptanmayan hastalar arasında istatistiksel olarak önemli değildir. İlk bir ay içinde mortalite saptanan hastaların serum ferritin medyan değeri 450 µg/L saptanarak istatistiksel olarak yüksektir ve ROC analizine göre ferritin düzeylerinin mortaliteyi öngörmedeki performansı ve özellikle 1 aylık mortalitede duyarlılığı ve özgüllüğü yüksek saptanmıştır. Yaşayan hastaların %18,9'unun ve exitus olan hastaların %57,7'sinin ferritin değeri 300 µg/L'nin üzerindedir. Ferritin düzeyleri ile gama glutamil transferaz (GGT), CRP ve prokalsitonin arasında anlamlı pozitif, albümin ile ise negatif bir ilişki bulunmuştur. Sonuç : Bu çalışma ferritinin yalnızca bir demir depolama biyobelirteci olmadığını, aynı zamanda inflamasyon, oksidatif stres ve doku hasarı gibi patofizyolojik süreçlerle ilişkili önemli bir biyobelirteç olduğunu göstermiştir. Serum ferritin düzeylerinin kritik hastaların prognozunu öngörmede güçlü bir biyobelirteç olduğu, özellikle yüksek düzeylerin mortalite ve ciddi morbidite ile ilişkili olduğu bu çalışmada ortaya konmuştur. Bu bulgular, ferritinin acil servis ve yoğun bakım ünitelerinde rutin izlenmesinin, kritik hastaların erken dönemde tanınması ve müdahale edilmesi açısından büyük bir önem taşıdığını göstermektedir.Öğe Mezotelyoma tanısı almış hastaların klinik, patolojik ve tedaviye yanıt özelliklerinin değerlendirilmesi(Ege Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2024) Yıldırım, Merve; Yılmaz, MukaddesAmaç; Çalışmamızda 2006-2023 tarihleri arasında Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Onkoloji Merkezi'ne başvuran, mezotelyoma tanısı almış hastaların klinik ve patolojik özelliklerinin değerlendirilmesi amaçlandı. Materyal ve Metot; Çalışmamızda 2006-2023 tarihleri arasında Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Onkoloji Merkezi'ne başvuran hastalar alınmıştır. Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Klinik Araştırmalar Etik Kurulu 21.12.2023 tarih ve 2023-12/06 sayılı etik kurul onayı alındıktan sonra çalışmaya başlanmıştır. Retrospektif tanımlayıcı bir çalışmadır. Bulgular; Çalışmaya 83 hasta dahil edilmiştir. Hastaların %39 (n=32)'si kadın, %61 (n=51)'i erkekti ve ortalama yaş 65,13±9,91 yıldı. Hastaların %60,2'sinde başka sağlık sorunları (komorbidite) bulunurken, sadece %3,6'sında aile de malign mezotelyoma öyküsü rapor edilmiştir. Sigara kullanımı hastaların %41'inde saptanmıştır. Başvuran vakaların %47 (39)'u Sivas ili Yıldızeli ilçesinden, %27,9 (24)'ü Sivas Merkezden olmuştur. Vakaların yıllara göre dağılımı incelendiğinde 2009, 2010 ve 2018 yılları en fazla hasta başvurusu olan yıllar olarak ön çıkmakta, her birinde toplam vakaların %12'si tespit edilmiştir. Hastaların en sık rastlanan şikayetleri; nefes darlığı (%47), göğüs ağrısı (%15,7) ve karın ağrısı (%12) olarak saptanmıştır. Tümörlerin büyük çoğunluğu %80,7 (n=67)'si plevrada yer almaktadır. Plevra vakalarının klinik evrelemesi; evre 1 %40,2 (n=27), evre 2 %19,4 (n=13), evre 3 %22,3 (n=15), evre 4 %17,9 (n=12) olarak sınıflandırılmıştır. Periton bölgesinde ise %19,3 (n=16)'sı görülmüştür. Bu periton vakaları arasında, %46 erken evre (n=7)'si, %54 ileri evre (n=9) olarak sınıflandırılmıştır. Takipte metastaz oranı (%37,3) ve nüks oranı (%12) olarak bulunmuştur. Hastaların %12 (n=10)'u cerrahi tedavi almıştır. Adjuvan kemoterapide en yaygın kullanılan ilaç kombinasyonu karboplatin-pemetreksettir. Metastatik birinci basamakta en yaygın kullanılan ilaç kombinasyonu cisplatin-pemetrekset (%65,33), metastatik ikinci basamak kemoterapide en yaygın ilaç gemcitabine (%41,3), metastatik üçüncü basamakta , en fazla navelbine kullanılmıştır (%66). Cinsiyete göre demografik özellikler ve klinik bulgular yönünden anlamlı farklılıklar saptanmamıştır (p>0,05). Çalışmamızda kötü performans skoru (p=0,006) ve sarkomatoid alt tip (p=0,004) sağkalım süresini kısaltan kötü prognostik faktörlerdi. Hastaların 5 yıllık genel sağkalım oranı %8,4 (n=7) iken, 10 yıllık sağkalım oranı %6 (n=5) olarak saptanmıştır. Evre 4 hastaların genel sağkalım süresi diğer evlere göre istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha düşük saptanmıştır (p<0,005). Sonuçlar: Hastaların çoğunluğu erkek olup, yarıya yakını Sivas ili Yıldızeli ilçesinden başvurmuştur. En sık şikayet nefes darlığı ve göğüs ağrısı olarak tespit edilmiştir. Malign mezotelyoma vakalarının büyük çoğunluğu plevra kaynaklıydı. Hastaların sadece %12 (n=10)'u cerrahi olabilmiştir. Metastatik birinci basamak sistemik tedavide en fazla platin-pemetrekset kombinasyonu kullanılmıştır. Malign mezotelyoma tanısı almış hastalarda sarkomatod alt tipin varlığı ve kötü performans skoru, kötü prognostik faktörler olarak bulunmuştur. Hastaların 5 yıllık genel sağkalım oranı %8,4 iken, 10 yıllık genel sağkalım oranı %6 olarak bulundu. Evre 4 hastaların genel sağkalım sürelerinin diğer evrelere göre anlamlı olarak daha düşük olduğu bulunmuştur.Öğe Pektus ekskavatum hastalarında uygulanan Vacuum Bell tedavisinin etkinliğinin değerlendirilmesi(Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Erman, Mücahit; Özcan, CoşkunAmaç: Pektus ekskavatumlu hastalara uygulanan Vacuum Bell tedavisinin etkinliğini değerlendirmek ve hastaların tedavi öncesi ve sonrasını psiko-sosyal değişimi görmek amaçlandı. Yöntem: Ocak 2018- Mart 2023 arasında kliniğimizde Pektus Ekskavatum nedeniyle en az 1 yıl Vacuum Bell tedavisi alan hastalar geriye dönük bakıldı. Hastaların demografik özellikleri tedavi sonrası değişiklikler incelendi. Pektus Ekskavatum Değerlendirme Anketi Türkçeye çevrilerek geçerlilik ve güvenilirliği sağlandıktan sonra hastalara uygulandı. Bulgular: 37 Pektus Ekskavatum tanılı hastanın 28(%75.7)’i simetrik, 6(%16.2) hasta asimetrik, 3(%8.1) hasta arkuatum tipindeydi. Tiplere göre incelendiğinde Vacuum Bell tedavisinin simetrik tipte daha etkili olduğu görüldü. Yaş gruplarına göre(<10 yaş, 10-15 yaş, <15 yaş) değerlendirirldiğinde 10 yaşın altında daha etkili düzelme olduğu görüldü. Hastaların 33(%89.2)’ü erkek, 4(10.8)’ ü kadın olup serideki kadın sayısı az olması nedeniyle cinsiyetle ilişkili kurulamadı. Vacuum süresi ile ilişki değerlendirildiğinde günde iki defa 1 saat kullanan 22(%59.5) hastadaki değişimin, 1 saatten fazla kullanan 15(%40.5) hastadan daha iyi olduğu görüldü. Takip süresine göre değerlendirildiğinde 12 ay takip edilen 13(%35.1) hastanın, 12 aydan fazla takip edilen 24(%64.9) hastaya göre düzelme oranının daha fazla olduğu görüldü. Düzenli kullanıma bakıldığında 29(%78.4) hastanın tedaviyi düzenli kullandığı, 9(%21.6) hastanın tedaviyi düzenli kullanmadığı görüldü. Düzenli kullananlarda düzelmenin daha fazla olduğu görüldü. 10 yaşın üstündeki 20 hastaya Pektus Ekskavatus Değerlendirme Anketi tedavi öncesi ve sonrası değişiklikleri değerlendirmek için uygulandı. Hastalara uygulanan anket sonucunda Vacuum Bell tedavisinin sağladığı düzelmenin psikolojik anlamda da düzelmeye katkı sağladığı görüldü. Sonuç: Vacuum Bell tedavisi Pektus Ekskavatum deformitesine sahip hastalarda erken yaşlarda kullanılmaya başlanmalıdır. Hastaların tedavi ile birlikte fizyolojik görünümünde ve psikososyal işlevlerinde iyileşme olduğu görüldü. Hafif -orta deformitesi olanlarda Vacuum Bell tedavisi öncelikle tercih edilmelidir.Öğe Anestezi yoğun bakıma yatan genel cerrahi hastalarında mortalite ile ilişkili faktörlerin araştırılması(Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Girgin, Tolga; Ersin, Muhtar SinanAmaç: Yoğun bakım üniteleri (YBÜ), hayati fonksiyonların devamı için destek ünitelerinin kullanıldığı, ileri sağlık problemleri olan hastaların takip ve tedavi edildiği özel birimlerdir. Genel cerrahide gerçekleştirilen büyük ve özelleşmiş ameliyatlar sonrası veya akut mezenter iskemi, intraabdominal sepsis, şiddetli pankreatit ve travma gibi durumlarda hastaların 3. basamak yoğun bakımda izlenmesi gerekmektedir. Çalışmamızda, hastanemizin genel cerrahi kliniğinde tedavi edilen ve takibinde 3. basamak yoğun bakım ihtiyacı gelişen cerrahi hastaların klinik özelliklerini ve yoğun bakıma yatış anındaki biyokimyasal ve klinik parametrelerin mortaliteyi öngörmedeki etkisini incelemek ve mortalite oranlarını değerlendirmek amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışma Ocak 2018 - Aralık 2023 arasında Ege Üniversitesi Genel Cerrahi Kliniği'nden Anestezi Yoğun Bakım Ünitesi'ne transfer edilen 231 hasta üzerinde yapıldı. Solid organ nakilli hastalar ve <18 yaş hastalar çalışma dışı bırakıldı. Hastaların demografik verileri, klinik ve laboratuvar parametreleri, SOFA ve APACHE II skorları arşiv kayıtlarından retrospektif olarak dokümante edildi. Hastalar mortal ve mortal olmayan olarak iki gruba ayrılarak tüm parametreler açısından incelendi. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen hastaların 90'ı (%39) kadın; 141'i (%61) erkek idi. 150 (%64,9) hasta yatış sırasında mortal seyretmişken; 81 hasta (%35,1) hasta salah ile taburcu edilmişti. Mortal seyreden hastaların yaş ortalaması 65,38 15,89, mortal olmayan grupta ise 48,58 17,93 olarak bulundu (p<0,001). Mortal seyreden hastaların ortalama yatış süresi 11,65 17,9 gün iken; mortal olmayan grupta 10,87 13,92 gün idi (p=0,379). Fakat entübasyon süresini incelediğimizde mortal grupta 11,26 16,97 gün iken; mortal olmayan grupta 5,93 12,93 gün olarak bulundu (p<0,001). Mortal gruptaki beden kitle indeksinin (BMI) mortal olmayana göre anlamlı olarak yüksek olduğu bulundu (p<0,001). Kardiyovasküler, diyabet, serebrovasküler, KOAH hastalıklarının mortal grupta anlamlı olarak daha sık olduğu bulundu (p<0,05). 24 saatten daha uzun süre oligürik seyretme, hemodiyaliz gereksinimi, yüksek doz inotrop ihtiyacı, düşük seyirli ortalama arter basıncı ve bilinç bozukluğu durumu mortal grupta anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0,05). Laboratuvar parametrelerinden laktat, lökosit sayısı, absolüt nötrofil sayısı, hemoglobin, albümin, INR, bilirubin, kreatinin, prokalsitonin düzeyi ile mortalite grupları arasında anlamlı fark olduğu bulundu (p<0,05). Yoğun bakıma yatış sırasında GKS skorunun azalması mortalite ile ilişkili iken; CRP/albümin, SOFA ve APACHE II skorlarında skor yüksekliği mortal grupta daha yüksek olarak saptandı (p<0,05). Malignite tanılı cerrahi yoğun bakım hastalarında NLR, TLR, HALP skoru ve CRP/albümin oranı açısından her iki grupta anlamlı fark saptandı (p<0,05). Sonuç: Bu çalışmada, 3. basamak yoğun bakımda izlenen genel cerrahi hastalarının mortalite oranları ve risk faktörleri incelenmiştir. İleri yaş, komorbiditelerin varlığı, obezite, düşük MAP, yüksek doz inotrop ihtiyacı ve oligürik seyretme gibi faktörlerin mortalite ile ilişkili olduğu ve prediktif olarak kullanılabileceği bulunmuştur. NLR, TLR ve HALP skorlarının sepsis ve malignite hastalarında mortalite öngörüsünde kullanılabileceği, APACHE II ve SOFA skorlarının ise etkin skor sistemleri olduğu doğrulanmıştır. Çalışmamız, yüksek mortalite oranları bulunan genel cerrahi yoğun bakım hastasına bütünsel bir bakış açısı sunarak, mortalite üzerine etkili ve prediktif faktörleri ortaya koymaktadır. Heterojen hasta profili, retrospektif ve tek merkezli çalışma olması nedeniyle genel cerrahi yoğun bakım hastasının alt gruplar halinde daha geniş hasta popülasyonlarında incelenerek bulguların doğrulamasını ve hasta sonuçlarını iyileştirmeye yönelik stratejiler geliştirilmesi gerekmektedir.Öğe İleri evre baş boyun karsinomlu hastalarda preoperatif nutrisyonel desteğin postoperatif iyileşme üzerine etkisi(Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Ceylan, Hakan; Akyıldız, Nurullah SerdarGiriş ve Amaç: İleri evre baş boyun kanseri olan hastalarda katabolik süreçlerin uzaması durumunda artmış enfeksiyon riski, gecikmiş yara iyileşmesi, bozulmuş kardiyak ve solunum fonksiyonu, daha yüksek postoperatif komplikasyon oranı, daha yüksek bir ölüm oranı yer almaktadır. Preoperatif uzamış açlığın da bu katabolik sürece etkisi olmaktadır. Buradan yola çıkılarak çalışmamızda ileri evre baş boyun skuamoz hücreli karsinomu tanılı hastalarda preoperatif dönemde preoperatif açlık ile preoperatif oral ya da intravenöz karbonhidrat yüklemesi yapılan hastaların postoperatif dönemdeki iyileşme sonuçları karşılaştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışma prospektif olarak Haziran 2022 tarihinden Aralık 2023 tarihine kadar olan evre 3-4 baş boyun skuamoz hücreli karsinom nedeni ile opere olan ve kriterleri karşılayan 67 hasta üzerinde gerçekleştirilmiştir. Larinks ve oral kavite skuamoz hücreli karsinom nedeni ile opere olan 2 hasta grubu; preoperatif açlık, preoperatif oral karbonhidratlı sıvı yüklemesi ve preoperatif IV karbonhidratlı sıvı yüklemesi olmak üzere 3 ayrı gruba ayrılmıştır. Hastaların değerlendirilmesinde hastane yatış süreleri, adjuvan tedaviye başlama süreleri, hastane enfeksiyonu gelişme oranları, preoperatif ve postoperatif dönemdeki albümin (gr/lt) ve hemoglobin (gr/dL) değerleri ile yara iyileşme düzeyleri karşılaştırılmıştır. Bulgular: Çalışmada kontrol grubu ile oral ve IV karbonhidrat yüklemesi yapılan hastalarda larenks karsinomu ve oral kavite karsinomu olan bütün hastalar genel olarak bakıldığında uygulanan yöntem ile yara yeri iyileşmesi ve hastane enfeksiyonu gelişme durumları arasında istatistiksel anlamlı bir ilişki (bağımlılık) olmadığı bulundu. Operasyon öncesi ölçülen hemoglobin değerlerine bakıldığında normal yara iyileşmesi olan hastalarda ortalama hemoglobin değeri 13,42±1,57 g/dL iken yara iyileşme problemi olan hastalarda 12,58±1,84 g/dL olarak bulundu. Operasyon öncesi ölçülen albumin değerlerine bakıldığında normal yara iyileşmesi olan hastalarda ortalama albumin değeri 41,8±4,47 g/L iken yara iyileşme problemi olan hastalarda 39,97±4,68 g/L olarak bulundu. Sonuç: İleri evre baş boyun kanserli hastalarda malnütrisyon ile majör cerrahi girişimin neden olduğu metabolik stres yanıtı nedeniyle katabolizma baskınlık kazanmaktadır. Bu durum artmış enfeksiyon riskini, gecikmiş yara iyileşmesini beraberinde getirmektedir. Çalışmamızda ileri evre baş boyun kanseri hastalarına preopratif karbonhidrat yükleme tekniklerinin yara iyileşmesi ve hastane yatış süreleri üzerine etkisi araştırılmıştır. Bu hasta grubunda iyileşmenin hızlanması ve hastane yatış sürelerinin azalması adjuvan tedavinin hızlı başlamasına ve daha iyi yanıt alınmasına neden olacağından dolayı bu konuda geniş kapsamlı ek çalışmalar yapılması gerektiğini düşünmekteyiz.Öğe Herediter anjioödem hastalarında yaşam kalitesi ve gevşeme egzersizlerinin hastaların anksiyete düzeyleri ile atakları üzerine etkisinin değerlendirilmesi(Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Kırca, Ceren; Kuman Tunçel, Özlem; İşman Haznedaroğlu, DamlaGİRİŞ: Herediter anjioödem (HA) tekrarlayan şişme ataklarıyla karakterize, potansiyel olarak ölümcül olabilen, nadir görülen kronik bir hastalıktır. Hastaların yaşam kalitesini birçok alanda etkilemektedir. Yapılan çalışmalarda, hastalarda yüksek oranlarda anksiyete ve depresyon saptanmıştır. Atak tetikleyicileri arasında stres önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Stresle baş etmek için çeşitli gevşeme teknikleri tanımlanmıştır. Progresif kas gevşemesi (PKG) de bu tekniklerden biri olup literatürde çeşitli kronik hastalıklarda etkisini değerlendiren çalışmalar bulunmaktadır. Bu çalışmanın birincil amacı HA hastalarında yaşam kalitesi ve uygulanacak gevşeme egzersizlerinin hastaların anksiyete düzeyleri ile HA atakları üzerine etkisinin değerlendirilmesidir. İkincil amacı ise HA hastalarının anksiyete düzeyleri ile atak sıklıkları arasındaki ilişkinin incelenmesidir. YÖNTEM: Çalışmaya Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, İmmunoloji ve Alerji Bilim Dalı'nda takipli, tıbbi öykü ve laboratuvar parametrelerine göre HA tanısı konulmuş hastaların tümü davet edilmiştir. Çalışma hakkında bilgilendirildikten sonra çalışmaya katılmayı kabul eden, içleme ve dışlama kriterlerine uygun olan 37 HA hastası çalışmaya alınmıştır. Katılımcılar ile görüşme yapılarak sosyodemografik verileri ve HA için hastalık öyküleri alınmıştır. Katılımcılara psikiyatrik muayene yapıldıktan sonra DSM-5 için Yapılandırılmış Klinik Görüşme (SCID-5), Hastane Anksiyete ve Depresyon Ölçeği (HADÖ), Hamilton Anksiyete Değerlendirme Ölçeği (HAM-A), Kısa Form 36 (SF-36), Anjioödem Yaşam Kalitesi Ölçeği (AE-Qol) uygulanmıştır. Daha sonra katılımcılara anksiyetelerine yönelik nefes ve PKG egzersizi uygulamalı olarak öğretilerek evde de bu egzersizleri kendilerini stresli hissettiklerinde ve haftada en az üç gün uygulamaları istenmiştir. İki ay sonunda katılımcılarla tekrar görüşülerek anksiyeteye yönelik uygulanan müdahalenin etkisi, HAM-A tekrarlanarak ve müdahale sonrası atak sıklığındaki değişim üzerinden değerlendirilmiştir. BULGULAR: Otuz yedi katılımcıdan biri ölçekleri doldurmadığı için çalışmadan çıkarılmıştır. Bir katılımcı ise çalışmanın birinci ayında psikiyatrik semptomlarının şiddetlenmesi üzerine tarafımıza başvurmuş olup yapılan değerlendirme sonucunda psikotrop tedavi başlanmıştır. Bu katılımcının ilk görüşme sırasında elde edilen verileri (T0) analizde kullanılmış olup iki ay sonundaki (T1) verileri değerlendirmeye alınmamıştır. Örneklemimizin yaşlarının medyan (min-maks) değerinin 43 (21-79) olduğu, %72,2'sinin (n=26) kadın olduğu ve toplam eğitim sürelerinin medyan (min-maks) değerinin 12 yıl (0-18) olduğu saptanmıştır. Katılımcılara uygulanan SCID-5 sonucunda %13,9'una (n=5) anksiyete bozukluğu, %8,3'üne (n=3) major depresif bozukluk, %5,6'sına (n=2) yineleyici depresif bozukluk, %2,8'ine (n=1) obsesif kompulsif bozukluk, %2,8'ine (n=1) anksiyete bozukluğu ve özgül fobi tanısı konulmuştur. Yaşam kalitesini değerlendirmeye yönelik uygulanan SF-36 tüm alt ölçek puanlarının medyan değerinin Türk toplum normlarından anlamlı düzeyde düşük olduğu (tüm alt ölçekler için p<0,001) saptanmıştır. AE-QoL için medyan değerleri ile birinci ve üçüncü çeyrek değerleri 46,00 (31,75-58,50) olarak saptanmıştır. Katılımcılar iki ay sonunda (T1) tekrar değerlendirildiğinde gevşeme egzersizi uygulama sıklıklarına göre egzersizi uygulamayan (E0, n=9), haftada üç günden az olacak şekilde uygulayan (E1, n=10) ve haftada en az üç gün olacak şekilde uygulayan (E2, n=16) şeklinde üç grup elde edilmiş olup T0-T1 değişimi analizleri bu üç grup karşılaştırmalı olarak yapılmıştır. Egzersizi uygulamayan grubun HAM-A T0-T1 değişimi neredeyse sabit kalırken, egzersizi uygulayan iki grupta değişim düşüş yönünde olmuştur (grup*zaman etkileşimi p=0,0226). Grupların HAM-A puanlarının T0-T1 değişimi açısından karşılaştırılmasında anlamlı fark bulunmuş (p=0,011), yapılan ikili karşılaştırmalarda egzersizi uygulayan her iki grup için de egzersiz yapmayan grup ile arasındaki fark anlamlı bulunmuştur (E1 ile E0 karşılaştırıldığında p=0,026 ve E2 ile E0 karşılaştırıldığında p=0,021). Egzersizi uygulayan iki grup arasında HAM-A T0-T1 değişimi açısından anlamlı fark bulunmamıştır (E1 ile E2 karşılaştırıldığında p=1,000). Gruplar atak sıklık değişimleri açısından değerlendirildiğinde benzer bulunmuş ve değişim gözlenmemiştir (grup*zaman etkileşimi için p=0,451 ve zaman için p=0,102). Gruplar arasındaki ölçüm noktalarında atak sıklıkları açısından istatistiksel olarak fark gözlenmemiştir (grup etkisi, p=0,900). Katılımcıların hem T0 (r=0,576 p<0,001) hem de gevşeme egzersizi sonrası T1'de (r=0,404 p=0,016) HAM-A puanları ile atak sıklıkları ilişkili bulunmuştur. SONUÇ: Çalışmamızda HA'nın hastaların yaşam kalitesini önemli ölçüde etkilediği ve HA hastalarının yaşam kalitesinin toplum normlarından daha düşük olduğu saptanmıştır. Uygulanan gevşeme egzersizi sonrasında, hastaların anksiyete düzeylerinde egzersizi uygulayan her iki grupta da anlamlı azalma gözlenmiştir ancak, atak sıklıklarında herhangi bir değişim saptanamamıştır. İki aylık izlem süresinin atak sıklıklarında değişim gözlemleyebilmek için yeterli olmaması bunun nedeni olabilir. Hastaların anksiyete düzeyleri ile atak sıklıkları arasındaki ilişki, hastaların anksiyetelerini azaltmaya yönelik yapılabilecek müdahalelerin önemini vurgulamaktadır. Bu şekilde anksiyeteyi azaltan müdaheleler aynı zamanda hastaların yaşam kalitesinin artmasını ve hastalık yükünün azaltılmasını sağlayacaktır.Öğe COVID-19 pandemi sürecinin Ege Üniversitesi Hastanesi Acil Servisine yönelik şikayet başvurularına etkisinin incelenmesi(Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Yoloğlu, Dilan; Güler, HülyaAmaç: Vatandaşların sağlık hizmetlerinden yararlanırken yaşadıkları sorunlara yönelik açılan ceza ve/veya tazminat davalarının medikolegal değerlendirilmesi Adli Tıp kliniğini ilgilendirdiğinden, bu araştırmada, şikayet nedenlerini saptamak ve ihlal/kusur oluşturabilecek durumları vurgulamak istenmiştir. Bu nedenle Hasta Hakları Yönetmeliği'nde geçen özellikle "müracaat, şikayet ve dava hakkı" hakkı üzerinde durularak, şikayet başvurularının incelenmesi ve Covid-19 pandemisinin şikayet başvurularına etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda; 01.01.2018-28.02.2020 tarihleri arası "pandemi öncesi dönem" ve 01.03.2020-30.04.2022 tarihleri arasındaki dönem ise "pandemi dönemi" olarak belirlenmiş ve yaklaşık 4 yıllık bu süreçte Acil Servise yönelik şikayet başvuruları geriye dönük incelenmiştir. Çalışmaya yönelik 3 adet hipotez oluşturulmuştur: - "Covid-19 Pandemisinin hastane işleyişi ve düzeniyle ilgili oluşturduğu sorunlar neticesinde hastaların şikayetleri artmıştır." - "Şikayet başvurularının en sık nedeni hastane işleyişi ile ilgilidir." - "En sık şikayet edilen durum triyajda bekletilmedir." 634 adet şikayet başvurusu çalışmaya dahil edilmiştir. Veriler IBM SPSS 25 version istatistik paket programı ile analiz edilmiştir. Kategorik değişkenler arası ilişkinin değerlendirilmesinde ki-kare testi kullanılmıştır. Bağımsız iki grup oranları arasında fark değerlendirilmesinde ise z testi kullanılmıştır. Verilerin istatistiksel açıdan anlamlılık düzeyi p<0,05 olarak alınmıştır. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 634 şikayet başvurusunun, %54,4'ü pandemi öncesi iken %45,6'sının pandemi döneminde olduğu tespit edilmiştir. Şikâyetin yapıldığı kanala (SABİM, BİMER, CİMER, GOBS, mail, form) yönelik değerlendirmede pandemi öncesi ile pandemi dönemi arasında anlamlı bir ilişki olduğu (p=<0,001) bulunmuştur. Her iki dönemde de şikayet başvurusunda bulunan şahısların en sık hasta yakını olduğu tespit edilmiş, dönemler arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark görülmemiştir (p=0,43). Şikâyet edenin yaş grubuna yönelik değerlendirmede; her iki dönemde şikayet edenlerin çoğunluğunu 26-35 yaş grubunun oluşturduğu, pandemi döneminde ise bu yaş grubuna yönelik şikayetlerin anlamlı olarak arttığı gözlenmiştir (p=0,04). Şikayet edilen sağlık çalışanının demografik özelliklerine bakıldığında, iki dönemde de en sık kadın çalışanın şikayet edildiği, ancak dönemler arasında anlamlı bir fark olmadığı görülmüştür. Her iki dönemde en çok şikayet edilen sağlık çalışanı Acil Tıp Hekimi olarak belirlenmiş, iki dönem arasında anlamlı bir fark görülmemiştir (p=0,58). En çok şikayet edilen Acil Servis birimi iki dönemde de triyaj olarak bulunmuş, pandemi döneminde ise triyaj birimine yönelik şikayetlerin anlamlı olarak azaldığı saptanmıştır (p=0,007). Her iki dönemde de en sık işleyişle ilgili şikayetlerin olduğu, pandemi döneminde de anlamlı olarak arttığı gözlenmiştir (p=0,01). Dolayısıyla H0 ve H1 hipotezlerimiz desteklenmiştir. İşleyişle ilgili şikayetlerin ayrıntılı değerlendirilmesinde pandemi öncesinde en sık şikayet nedeni personelin olumsuz davranışları iken pandemi döneminde en sık şikayet hizmet alamama/yetersiz hizmet olarak belirlenmiş, dönemler arasında anlamlı bir ilişki olduğu görülmüştür (p=0,001). Böylece H2 hipotezimizin desteklenmediği görülmüştür. Sonuç: Bulgularımız ışığında işleyiş ve yönetim ile ilgili düzenlemeler yapılarak hizmet sunumunun geliştirilebileceği düşünülmüştür. Pandemi gibi olağanüstü durumlarda yapılan düzenlemelerin yanı sıra sağlık kurum/kuruluşlarının işleyişi hakkında kamunun bilgilendirilmesinin yararlı olacağı kanaatindeyiz. Sağlık hizmeti sunan sağlık çalışanları ile hizmetten yararlanan bireylerin arasındaki ilişkinin de önemini vurgulayarak, hizmet verici ile alıcı arasındaki ilişkinin geliştirilmesinin şikayetlerin azalmasında yararlı olacağını düşünmekteyiz.Öğe Ortopedik travmalara bağlı kırıklarda iyileşme süresi, geçici iş göremezlik süresi ve bakıcı ihtiyacı süresinin adli tıbbi açıdan değerlendirilmesi(Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Yılmaz, Koray; Aktaş, Ekin ÖzgürAmaç: Bu çalışmada; ekstremite kırığı gelişen olgularda kırık lokalizasyonu, sayısı ve seçilen tedavi yönteminin geçici iş göremezlik süresine etkisini değerlendirmek, bu olgularda kişinin tedavi ve takibinden sorumlu hekimler tarafından düzenlenmiş istirahat/çalışabilir raporları ve Ortopedi uzmanlarının görüşlerine göre geçici iş göremezlik süresi ve bu süre içerisindeki bakıcı ihtiyacı süresi hususlarını belirleyerek bu hususlarda bir kılavuz oluşturmak, istirahat/çalışabilir raporlarının önemini ortaya koymak amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışma, 2 aşamalı olarak yapılmıştır. İlk aşamada; 01.01.2021- 31.12.2021 tarihleri arasında EÜTF Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı'na ekstremite kırığı nedeniyle başvuran ve istirahat/çalışabilir raporu verilmiş toplam 452 olgu araştırmaya dahil edilmiştir. Olguların yaşı, cinsiyeti, yaralanma mekanizması, kırık lokalizasyonu, kırık sayısı, uygulanan tedavi yöntemi, tedavi süresince hastanede kalış süreleri ve toplam istirahat raporu süreleri değerlendirilmiştir. 2. aşamada; kırık lokalizasyonu ve uygulanan tedavi yöntemi ile ilgili bir liste hazırlanıp 20 Ortopedi ve Travmatoloji uzmanından ekstremite kırıklarına uygun makul istirahat raporu süresi ve bakıcı ihtiyacı süresi hakkında görüş alınmıştır. Veriler SPSS 25.0 (IBM Corporation, Armonk, New York, United States) programı ile gerçekleştirilmiş, p değeri <0.05 düzeyi istatistiksel açıdan anlamlı kabul edilmiştir. Bulgular: Katılımcıların %89,8'i erkek, %10,2'si kadındı. Katılımcıların yaş ortalaması 36,75±10,89'du. Katılımcıların %64,4'ünde izole, %35,6'sında çoklu kırık tespit edildi. Katılımcıların %62,2'sinde cerrahi tedavi, %37,8'inde konservatif tedavi yöntemleri uygulanmıştı. Katılımcıların %54,4'ünde alt ekstremite, %45,6'sında üst ekstremite kemiklerinde kırık tespit edildi. Cinsiyet ve yaşın rapor süresine istatistiksel açıdan anlamlı bir etkisinin olmadığı tespit edildi. Uygulanan tedavi yöntemine göre istatiksel açıdan anlamlı bir fark olduğu tespit edildi. Her bir kemik kırığı ayrı ayrı değerlendirildiğinde; cerrahi tedavi uygulanan tüm kemik kırıklarında konservatif tedavi uygulanan kırıklara göre daha fazla istirahat raporu süresinin olduğu tespit edildi. Çoklu ekstremite kırığı saptanan olgularda izole kırığı olan olgulara istirahat raporu süresi anlamlı olarak yüksek bulundu. Ortopedi uzmanlarınca; skafoid kemik hariç diğer tüm ekstremite kırıklarında cerrahi tedavi uygulamalarının konservatif tedavi uygulamalarına göre daha uzun süreli istirahat raporu gerektiği belirtildi, ancak istatistiksel açıdan anlamlı bir sonuç olmadığı tespit edildi. Sonuç: Ülkemizde geçici iş göremezlik süresi ve bakıcı ihtiyacı süresi kavramlarının her geçen yıl daha da önem kazandığı görüldüğünden, bu hususlarının belirlenmesinde kapsamlı, daha detaylı ve standart olarak uygulanabilecek bir düzenlemeye gidilmesi gerekmektedir. Öncelikle geçici iş göremezlik süresinin, istirahat raporları dikkate alınarak belirlenmesi gerektiği düşüncesindeyiz. Ayrıca istirahat raporu düzenlenemeyen kişilerde, kırık iyileşmesini etkileyen faktörler de düşünüldüğünde, geçici iş göremezlik süresi ve bakıcı ihtiyacı süresinin belirlenmesinde güncel bilimsel verilere dayanan, detaylı ve herkes tarafından pratik uygulamada kullanılabilecek standart bir kılavuz oluşturulmasına ihtiyaç vardır.Öğe Hepatosellüler karsinom hücrelerinde kabozantinib ve olaparib'in birlikte antikanserojen etkisinin araştırılması(Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Özmen, Rabia; Gürsoy, PınarGiriş ve Amaç: Hepatosellüler kanser (HSK) dünyada en sık teşhis edilen kanser sıralamasında altıncıdır ve kansere bağlı ölümlerde üçüncü sırada gelmektedir. HSK tanı aldığı anda çoğunlukla ileri evre olup cerrahi rezeksiyon ya da transplantasyona elverişli değildir. Sistemik tedavide 2008 yılında SHARP çalışması ile sorafenib birinci basamak kullanım onayı almıştır. Ancak sorafenib direnci ve genel sağkalımın düşük olması nedeniyle ikinci basamak tedavi arayışları sürmüştür. HSK tedavisinde diğer hedefe yönelik ajanlar ve immün kontrol noktası inhibitörlerine odaklanılmıştır. Kanser tedavisi için yeni ajanların geliştirilmesi ve klinik kullanım için onaylanması uzun ve maliyetli bir süreçtir. Bu durum, etkisi ve yan etkileri bilinen, klinik kullanımda olan ajanlarla yeni kombinasyonların araştırılmasının gerekliliğini ortaya koymaktadır. Bu çalışmada, ileri evre HSK tedavisinde günümüzde ikinci basamak kullanım onayı olan kabozantinib ve DNA hasarı onarımını inhibe eden olaparibin, insan HSK hücre hattı HuH-7 üzerindeki hücre canlılığına etkileri incelenmiştir. Bu araştırma, olaparib ve kabozantinib kombinasyonunun insan HSK hücre dizileri üzerindeki etkilerini inceleyen ilk çalışma olma özelliğini taşımaktadır. Materyal ve Method: Bu araştırma, Tülay Aktaş Onkoloji Hastanesi Tıbbi Onkoloji Araştırma Laboratuvarı'nda gerçekleştirilmiştir. Çalışmada, insan kaynaklı hepatosellüler karsinom hücre hattı olan HuH-7 hücre dizileri kullanılmıştır. Olaparib (2-128 μM) ve kabozantinib (1-64 μM) farklı konsantrasyonlarda ayrı ayrı ve kombinasyon halinde uygulanarak, 48.saatte hücre canlılığı üzerindeki etkileri MTT testi ile değerlendirilmiştir. Bulgular: Çalışmada, hem olaparib hem de kabozantinib tek başlarına kullanıldığında doz bağımlı olarak hücre canlılığını azalttığı tespit edilmiştir. HuH-7 hücre hattında, 48.saatte değerlendirmede kabozantinib için IC50 değerleri sırasıyla 46,07 µM, olaparib için ise 64,66 µM olarak belirlenmiştir. Ayrıca, iki ajanın farklı dozlarda kombinasyonlarının, hücre canlılığını tek başına olaparib veya tek başına kabozantinibe göre daha fazla azalttığı ve bu sonucun istatistiksel olarak anlamlı olduğu bulunmuştur. Tartışma: Olaparib temel olarak homolog rekombinasyon eksikliği olan BRCA mutant tümör hücrelerinde DNA hasar onarımını inhibe ederek etki göstermektedir ancak yapılan araştırmalar DNA hasarı tamirinin farklı mekanizmalarını ortaya çıkarmış ve olaparib endikasyonları BRCA mutasyonu olmayan kanserlere genişletilmiştir. Olaparibin HSK'da kullanımı pre-klinik araştırmalarla sınırlı kalmıştır. HSK da birinci basamak tedavilere direnç gelişmesinin sebeplerinden birisi kanser hücresinin DNA hasar onarım yollarının pozitif regülasyonu olduğu bilinmektedir. Bu bilgilerden yola çıkarak HSK'da standart kullanılan rejimlerden kabozantinibe ek olarak olaparib kombinasyonunun sitotoksisiteyi arttırabileceği düşünülmektedir. Bu çalışma, HSK tedavisinde olaparib ve kabozantinib kombinasyonlarına temel oluşturabilecek özgün bir in vitro araştırmadır. Ancak, bu iki ajanın hücre canlılığı üzerindeki etkilerinin altında yatan mekanizmaları anlamak için daha fazla araştırma gerekmektedir.Öğe Yüksek grade'li endometrium karsinomlarında, preoperatif çekilen PET/BT'nin histopatolojik verilerle korelasyonu ve onkolojik sonuçlarla ilişkisi(Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Ahmadova, Rafiga; Yıldırım, NuriAmaç: Çalışmamızda grade 3 endometrial kanser tanısı olan hastalarda, preoperatif dönemde PET/BT ile yapılan görüntülemedeki uterus SUVmax değerlerinin postoperatif histopatolojik verilerle korelasyonunu ve onkolojik sonuçlarla ilişkisini değerlendirmeyi amaçladık. Materyal ve metod: Bu çalışma, prospektif kohort bir çalışma olup çalışmaya daha önce endometrial örnekleme yapılarak endometriumun yüksek grade'li (grade 3-endometrioid, seröz, berrak hücreli, karsinosarkom) karsinomu tanısı konulan hastalarda preoperatif çekilen PET/BT ile histopatolojik veriler arasında korelasyon analiz edilmiş ve onkolojik sonuçlarla ilişki değerlendirilmiştir. Bu çalışma için Ege Üniversitesi Klinik Araştırmalar ve Sağlık Bakanlığı Klinik Araştırmalar Etik Kurulu'na başvurulmuş ve Etik Kurul'dan onay alınmıştır. Çalışmaya 01.05.2023-01.01.2024 tarihleri arasında EÜTF Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Jinekoloji-Onkoloji polikliniğine başvurmuş postmenopozal vajinal kanama veya premenopozal dönemde anormal uterin kanama şikayetleri olan, dilatasyon küretaj veya histeroskopik yöntem ile endometrial örnekleme yapılarak grade 3 endometrial kanser tanısı alan 48 hasta dahil edilmiştir. Hasta yaşı, gravida, parite, şikayetlerinin devam süresi, sigara kullanımı, kanser öyküsü sorgulanarak not edilmiştir. Tüm vücut taraması için Siemens Biograph 16 Treupoint cihazı kullanılarak 18F Florodeoksiglukoz Pozitron Emisyon Tomografi/ Bilgisayarlı Tomografi (18 F FDG PET/BT) çekilmiştir. Uterus SUVmax değeri ile postoperatif histopatolojik verilerin korelasyonu değerlendirilmiştir. Bulgular: Çalışmamıza 25-85 yaş aralığında olan 48 kadın hasta dahil edilmiştir. Median yaş 64,46 olarak hesaplanmıştır. SUVmax cutt-off değeri 16,45 olarak saptanmıştır. Artan uterus SUVmax değeri ile tümör boyutu (p=0,003), myometrial invazyon (p=0,024) arasında anlamlı ilişki bulunmuştur. Ayrıca lenf nodu SUVmax değeri ile lenf nodu tutulumu (p<0,001), nüks (p<0,010) ve ekstrauterin tutulum (p=0,001) arasında anlamlı ilişki bulunmuştur. Tümör boyutu ise lenf nodu tutulumu (p=0,026), myometrial invazyon (p=0,003) ve servikal tutulum (p=0,008) ile korele izlenmiştir. SUVmax değeri ile p53 arasında negatif anlamlı bir ilişki bulunmuştur (p=0,029). Sonuç: PET/BT uterus SUVmax değerinin yüksek olması ile endometrioid tip endometrial kanser, myometrial invazyon derinliği ve tümör boyutu arasında anlamlı bir ilişki bulunmuştur. PET/BT uterus SUVmax değerleri için cut-off değeri 16,45 olarak saptanmıştır. Tümör boyutu ile patolojik inceleme sonuçlarından myometrial invazyon, servikal tutulum, lenf nodu tutulumu arasında istatiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Ayrıca uterus SUVmax değeri ile p53 arasında negatif anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Hastaların ortalama takip süresi 26 ay olarak hesaplanmıştır. Hastalıksız sağkalım (RFS) %95,2 iken, genel sağkalım (OS) %85,4 olarak bulunmuştur. Ancak SUVmax değeri tek başına prognostik bir belirteç olarak kullanılmamalı, diğer klinik ve patolojik verilerle birlikte değerlendirilmelidir. Sağkalım ve nüks süreleri ile uterus SUVmax değeri arasındaki ilişki istatiksel olarak anlamlı bulunamamıştır. Takip süremiz kısa olduğu için daha uzun vadeli çalışmalar yapılması uygundur.Öğe Subakut kronik subdural hematomlu olgularda orta meningeal arter embolizasyonunun etkinliği ve güvenilirliği(Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Eroğlu, Fatih; Çınar, CelalSubakut-kronik subdural hematom, popülasyonda yaş ortalaması artışı ile birlikte son yıllarda insidansında artış gözlenen, yaşlı hasta grubunda önemli mortalite ve morbidite sebeplerindendir. Standart tedavi protokollerinde, özellikle semptomatik hastalarda cerrahi tedavi sonrasında nüks, morbidite ve mortalite oranları yüksektir. Son iki dekattır uygulanmaya başlanan ve son yıllarda gittikçe popülerlik kazana orta meningeal arter embolizasyonu uygulamasında ümit vadedici sonuçlar elde edilmiştir. Çalışmamızda subakut-kronik subdural hematom nedeniyle merkezimizde embolizasyon tedavisi uygulanmış hastalarda etkinliği ve güvenilirliği araştırılmıştır. Çalışmamızda Ocak 2022 ile Kasım 2023 tarihleri arasında Ege Üniversitesi Hastanesi Girişimsel Radyoloji biriminde subakut-kronik subdural hematom nedeniyle OMA embolizasyon işlemi için yönlendirilmiş, medikal takipleri ve kontrolleri tamamlanmış 33 hasta retrospektif olarak incelenmiştir. Olguların işlem öncesinde hematom kalınlık ve volümleri, orta hat şiftleri, tam kan sayımı bulguları, trombosit fonksiyon test sonuçları (Multiplate analiz yöntemi ile), klinik bulguları, kullandıkları ilaçlar belgelenmiştir. Olgular yeni tanı subakut-kronik subdural hematom (primer) ve öncesinde subakut-kronik subdural hematom saptanıp cerrahi veya medikal olarak tedavi görüp, takipte nüks ile tarafımıza yönlendirilen (rekürren) olmak üzere iki gruba ayrılmıştır. Aynı zamanda hastalar sadece OMA embolizasyonu uygulananlar ve cerrahi evakuasyon ile adjuvan OMA embolizasyonu uygulananlar olarak da iki gruba ayrılmıştır. OMA embolizasyonu sonrasında birinci, üçüncü ve altıncı aylarda kontrol kranyal bilgisayarlı tomografilerinde subdural hematom kalınlık ve volümleri ile hematom dansiteleri değerlendirilmiştir. 33 hastanın 9'unda bilateral subakut-kronik subdural hematom mevcut olup toplamda 42 subdural hematoma tedaviye yönelik bilateral OMA embolizasyonu uygulanmıştır. Hastaların 27'si (%81,8) erkek 6'sı (%18,2) kadın idi. Hastaların yaş ortalaması 68,4 olarak bulunmuştur. %60,6'sı primer, %39,4'ü rekürren olgular idi. 13 hastada (%39,4) OMA embolizasyonu sonrasında 24-48 saat içerisinde cerrahi evakuasyon gerçekleştirilmişken kalan 20 hastada (%63,7) cerrahi operasyon olmadan OMA embolizasyon işlemi tek başına tedavi prosedürü olmuştur. Hastaların tümünde işlem öncesinde Glasgow Koma Skala değerleri 13 ve üzerinde değerlendirilmiştir. Orta hat şiftleri 0-13mm arasında değişmekte olup 33 hastada ortalama 6 mm olarak hesaplanmıştır. Hastaların %72,7'sinde işlem öncesinde trombosit fonksiyon bozukluğu tespit edilmiş olup büyük oranda anti-trombotik ve analjezik ilaç kullanım öyküsü ile ilişkili bulunmuştur. Primer/rekürren ve embolizasyon işlemi sonrasında cerrahi operasyon var/yok ikili değişkeninde, toplam dört alt grupta altı aylık takipte, gruplar arasında anlamlı istatiksel fark saptanmaksızın subdural hematom rezorpsiyonu saptanmıştır. Bu azalış tüm hematom tiplerinde anlamlı bulunmuştur (zaman p<0.001). Başlangıçta trombosit fonksiyon bozukluğu saptanan ve saptanmayan hastalar karşılaştırıldığında da hematom rezorpsiyon oranlarında altı aylık takipte anlamlı farklılık gözlenmemiştir. Primer ve rekürren olguların trombosit fonksiyon bozukluğu ile ilişkisi sorgulandığında nüks üzerine trombosit fonksiyon bozukluğunun mevcut çalışma grubumuzda istatiksel olarak anlamlı etkisi saptanmamıştır (Pearson's Chi-squared test, p=0.859). 2 olguda takip sürecinde karşı konveksitede subakut-kronik subdural hematom gelişmiş olup başlangıçtaki subdural hematomun rezorpsiyonuyla re-ekspansiyona bağlı değerlendirilmiştir ve cerrahi tedavi gerekmeden spontan rezorpsiyon gözlenmiştir. OMA embolizasyonu sırasında ve işlem sonrasında hospitalizasyon sürecinde embolizasyona bağlı komplikasyon hiçbir hastada gelişmemiştir. Subakut-kronik subdural hematom tedavisinde orta meningeal arter embolizasyon tedavisi etkin ve güvenilir olması yanında komplikasyon ve nüks görülme sıklığı daha düşük bulunmuştur. Embolizasyon protokolü tek başına veya cerrahi tedavi seçenekleri ile birlikte uygun hastalarda uygulanabileceğine dair kanıtlar literatürde kontrollü randomize çalışmalarda ve vaka serilerinde kanıtlanmıştır.Öğe Maksillofasiyal travma cerrahisi uygulanan hastalarda perioperatif ve postoperatif sorunlar: Prospektif, gözlemsel çalışma(Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Çeliktaş, Anıl; Günüşen, İlkbenAmaç: Maksillofasiyal travma çeşitli şekillerde meydana gelebilen (trafik kazaları, spor yaralanmaları, ateşli silah yaralanmaları, darp vb. gibi) yüz bölgesinde oluşan, yüksek enerjili travmalardır. Bu hastalarda maruz kalınan travmanın çeşidine bağlı olarak intrakranial kanama, servikal travma, toraks travması gibi ek patolojiler olabilir. Bunlara bağlı olarak da kanama, trismus, servikal omurga yaralanması, pnömoensefalus, özafagus yaralanması, subkutan amfizem, pnömomediastinum ve hava yoluyla ilgili sorunlar eşlik edebilir. Özellikle maksillofasiyal travmalarda zor maske ventilasyonu ve zor entübasyon sıklıkla görülür. Ayrıca çene-yüz bölgesinin cerrah ve anestezist arasında ortak çalışma alanı olması nedeniyle operasyon sırasında endotrakeal tüple ilgili sorunlar (tüpün çıkması, bükülmesi gibi), hipoksi ortaya çıkabilir. Bunun dışında genel anesteziye bağlı olarak hipotermi, hemodinamik instabilite, ekstübasyon sorunları, ağrı, bulantı-kusma gibi sorunlarda bu hastalarda sıklıkla karşımıza çıkabilir. Bu çalışmanın temel amacı maksillofasiyal cerrahide intraoperatif ve postoperatif dönemde karşılaşılabilecek sorunları belirlemek ve bunlara neden olabilecek ilişkili faktörleri saptamaktır. Gereç ve Yöntem; Etik kurul onayı sonrası, Plastik, Estetik ve Rekonstrüktif cerrahi ameliyathanesinde maksillofasiyal travmaya bağlı operasyona alınan ve çalışmaya katılmayı kabul eden erişkin (18 yaş üzeri) 110 hastada gerçekleştirilen bu çalışmada, operasyon öncesi dönemde, hastaların demografik verileri (yaş, boy, kilo, cinsiyet, vücut kitle indeksi), geçirilmiş operasyon öyküleri, mevcut kronik hastalıkları, kullandığı ilaçları, travma etyolojisi, maksillofasiyal yaralanma dışı travmaları, alkol, sigara, madde kulanım öyküsü, ASA (American Society of Anesthesiologists physical status classification system) skorları kaydedildi. Fizik muayenelerinde; diş yapısı (eksik diş, sallanan diş), modifiye mallampati sınıflaması, boyun hareketleri (boyun ekstansiyon kısıtlılığı) boyun çevresi, ağız açıklığı, tiromental mesafe, sternomental mesafe, direkt laringoskopi de Cormack-Lehane sınıflaması ve entübasyon şekli kaydedildi. Standart anestezi indüksiyonu sonrası tüm hastalara aksiller bölgeden ısı monitörizasyonu uygulanarak vücut ısıları kaydedildi. Postoperatif dönemde uygulanan cerrahi tipi, operasyon ve anestezi süreleri, operasyon sırasında karşılaşılan sorunlar (kanama, hipoksi, hipotansiyon, kan transfüzyon ihtiyacı vs), postoperatif ilk 1 saat içerisindeki bulantı-kusma, titreme, oksijen satürasyonu, VAS (Vizüel Analog Skala) skoru ve hastanede kalış süreleri kaydedildi. Bulgular; Çalışma sonucunda maksillofasiyal travmalarda zor entübasyon oranı %7,2 olarak saptandı. Klasik antropometrik ölçümler (ağız açıklığı, sternomental mesafe, tiromental mesafe vs.) ve mallampati sınıflaması ile zor entübasyon arasında ilişki saptanmazken Cormack-Lehane sınıflaması (p<0,001), boyun hareketleri (p:0,002) ve eksik diş varlığı (p:0,012) zor entübasyon ile ilişkili bulundu. İntraoperatif dönemde hipotermi oranı %65,5 olarak saptandı. Operasyon süresi (p:0,007) ve anestezi süresi (p:0,012) hipotermi ile ilişkiliydi. Kilo (p:0,058) ve vücut kitle indeksi (p:0,056) ile hipotermi arasında sınırda bir ilişki saptandı. Hastaların hiçbirinde transfüzyon ihtiyacı olmadı. Postoperatif titreme oranı %22,7 olarak belirlenirken hipotermi ile postoperatif titreme arasında bir ilişki bulunamadı (p:0,76). Postoperatif bulantı-kusma 2 hastada (%1,8), postoperatif hipoksi 3 hastada (%2,7) saptandı. Tartışma ve sonuç; Maksillofasiyal travma cerrahisinde peroperatif dönemde en sık görülen sorun zor entübasyon ve hipotermiydi. Operasyon sırasında hipoksi ile karşılaşılmadı Postoperatif bulantı-kusma, hipoksi ve ağrı skorları da diğer cerrahilere göre daha az orandaydı.Öğe Obsesif kompulsif bozukluk hastalarında bilişsel davranışçı grup terapisinin uzun dönemde semptom şiddeti, sosyal ve nörobilişsel işlevlerle ilişkisi(Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Durmuş, Emre; Pırıldar, Şebnem; Kuman Tunçel, ÖzlemGİRİŞ: Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB), obsesyonlar ve kompulsiyonlarla karakterize, kişinin ailevi, akademik, mesleki ve sosyal işlevselliğini etkileyen bir psikiyatrik bozukluktur. Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT), klinik uygulamada yaygın olarak benimsenmiştir ve OKB tedavisinde etkili bir yöntem olduğuna dair güçlü kanıtlar bulunmaktadır. Ancak, BDT’nin uzun dönemde etkinliği hakkında veriler sınırlıdır. OKB’li bireylerin çeşitli nöropsikolojik alanlarda sağlıklı kontrollere göre daha zayıf performans gösterdikleri önceki çalışmalarda gösterilmiştir. OKB’de BDT sonrası nörobilişsel işlevlerde değişikliğe ilişkin veriler çelişkili ve sınırlıdır. Literatürde OKB, zihin kuramında bozuklukla ilişkili bulunmuştur. AMAÇ: Bu çalışmada, OKB tanılı bireylerde Bilişsel Davranışçı Grup Terapisinin (BDGT) uzun dönemde semptom şiddeti, sosyal ve nörobilişsel işlevler üzerine etkisinin araştırılması amaçlanmıştır. Çalışmanın diğer amacı, BDGT’yi tamamlayan ve tamamlamayan OKB hastalarında BDGT’nin uzun dönemde semptom şiddeti, sosyal biliş, nörobilişsel işlevler ve yaşam kalitesi üzerine etkilerinin karşılaştırılmasıdır. YÖNTEM: Araştırma grubu, Aybüke Aydın’ın 2018 yılında tamamlamış olduğu “Obsesif kompulsif bozukluk hastalarında bilişsel davranışçı grup terapisi ile sosyal ve nörobilişsel işlevlerin ilişkisi” adlı tıpta uzmanlık tezi çalışmasına katılan Obsesif Kompulsif Bozukluk tanılı bireylerden oluşmuştur. Toplamda 37 katılımcı içerisinden BDGT’yi tamamlayan grupta 13 katılımcı, tamamlamayan grupta sekiz katılımcı olmak üzere 21 katılımcı terapiden altı yıl sonra tekrar değerlendirilmiştir. Katılımcılara DSM-5 bozuklukları için yapılandırılmış klinik görüşme (SCID-5), Yale Brown Obsesyon Kompulsiyon Ölçeği (YBOKÖ), Beck Depresyon Envanteri (BDE), Obsesif Kompulsif Envanteri-Revize (OKE-R), Obsesif İnanışlar Ölçeği-44 (OİÖ-44), Kısa Form-36 (SF-36), Otizm Spektrum Anketi (OSA), Rey İşitsel Sözel Öğrenme Testi (RİSÖT), Wisconsin Kart Eşleme Testi (WKET), İz Sürme Testi (İST), Stroop Testi ve Gözlerden Zihin Okuma Testi uygulanmıştır. Ölçek puanları ve test performansları Aybüke Aydın’ın çalışmasının verileriyle karşılaştırılmıştır. BULGULAR: BDGT’yi tamamlayan ve tamamlamayan gruplar arasında sosyodemografik özellikler, klinik özellikler, tıbbi özellikler ve takip dönemindeki özellikler açısından istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmamıştır. BDGT’yi tamamlayan grubun terapiden önce (T0), terapiyi tamamladıktan sonra (T1) ve terapiden altı yıl sonra (T2) YBOKÖ obsesyon, kompulsiyon ve toplam puanlarında, YBOKÖ 11. maddesi ile değerlendirilen içgörüde, BDE puanlarında, OKE-R’nin biriktirme, kontrol etme, obsesyonlar ve temizlik alt ölçek puanlarında, OİÖ-44’ün sorumluluk/tehlike beklentisi ve önem verme/düşünceleri kontrol etme alt ölçek puanlarındaki değişim istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. BDGT’yi tamamlayan grubun T0-T1-T2 değerlendirmelerinde sosyal ve nörobilişsel testlerinde değişim saptanmamıştır. BDGT’yi tamamlayan ve tamamlamayan gruptaki katılımcıların, terapiden önce (T0) ve terapiden altı yıl sonra (T2) klinik değerlendirme ölçekleri karşılaştırıldığında, YBOKÖ obsesyon, kompulsiyon ve toplam puanlarında, OKE-R alt ölçek puanlarında, OİÖ-44 alt ölçek puanlarında ve Beck Depresyon Envanteri puanlarındaki değişim benzer bulunmuştur. Grupların T0 ve T2’de sosyal ve nörobilişsel testleri karşılaştırıldığında, ölçüm zamanlarında gruplar arası anlamlı fark saptanmamıştır. SONUÇ: Bu çalışma OKB hastalarında BDGT sonrası elde edilen tedavi kazanımlarının uzun dönemde korunduğunu göstermektedir. BDGT’yi tamamlamayan grupta da klinik olarak anlamlı iyileşmelerin olması ve bu grubun yüksek oranda ilaç kullanmaya devam etmesi, OKB hastalarında herhangi bir tedavi stratejisine uzun süreli devam etmenin olumlu sonuçlarla ilişkili olabileceğini düşündürmektedir. BDGT’yi tamamlayan OKB hastalarında terapiden altı yıl sonra sosyal ve nörobilişsel testlerde değişim ya da iyileşme görülmemiştir. Aynı zamanda tamamlayan ve tamamlamayan gruplar arasında da anlamlı fark bulunmamıştır. Bu bulgular, BDGT’nin uzun dönemde sosyal ve nörobilişsel işlevler üzerine etkisinin olmadığını göstermektedir.Öğe Acil serviste diyaliz alan hastalarda sıvı yükünü öngörmede ultrasonografik B-line ,vena cava inferior kollabilisite indexi ve stroke volüm ölçümlerinin değerlendirilmesi(Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Kara Karagöz, Özge; Karbek Akarca, FundaAcil serviste diyaliz kararı verilen hastalarda ultrasonografik B çizgisi, VKİKİ ve Stroke volüm ölçümlerindeki değişikliklerin sıvı yükünü öngörmedeki uygulanabilirliği ve başarılarının karşılaştırılması amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Prospektif, metodolojik ve gözlemsel nitelikteki çalışma Temmuz 2023 - Temmuz 2024 tarihleri arasında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Servisinde gerçekleştirildi. Nefroloji uzman hekimi görüşüyle acil diyaliz endikasyonu konulan 98 hasta çalışma için seçildi. Seçilen hastaların 10'u diyaliz esnasında arrest olması ve hastaların 5'inde de yeterli ultrasonografik ekojenite elde edilememesinden dolayı çalışmadan çıkarıldı. Hastaların diyaliz öncesi ve sonrası eş zamanlı USG ile B çizgisi, VKİ çapı, VKİKİ, LVOT VTI ve stroke volüm ölçümleri değerlendirildi. Bulgular: Bir yıllık dönem içinde çalışmamıza dâhil edilen hastaların ortanca yaşı 68'di ve %53,0'ı kadındı. Hastaların %86,7'sinde ek hastalık vardı. En sık rastlanan ek hastalık %65,1 ile KBY' idi. En sık başvuru şikâyeti %75,9'u ile nefes darlığı idi. Acil servis tanılarının %74,8'i dekompanze kalp yetmezliği hastaları oluşturmaktadır. Diyaliz öncesi ve sonrası vital bulgulara bakıldığında; ortalama sistolik ve diyastolik arter basıncı ile nabızda istatistiksel olarak anlamlı düşüş saptandı. Satürasyonda ise istatiksel olarak anlamlı yükseliş saptandı (p<0,001). Hastaların diyaliz öncesi ve sonrası yapılan ultrasonografik ölçümlerinde; VKİ çapı, B Çizgisi, Stroke Volüm ve LVOT VTI öölçümlerinin diyaliz öncesi ve sonrası değişimine bakıldığında istatiksel olarak anlamlı bulunmuştur. VKİKİ değerine bakıldığında ise artma saptanmış olup yine istatiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p<0,001). Diyaliz sonrası ultrasonografik ölçümlerin birbirlerine göre üstünlüklerine bakıldığında sıvı yükünü ön görmede en duyarlı ölçüm Stroke volüm, sonrasında LVOT-VTI ve B çizgi sayısı gelmektedir (p<0,001). Sağ kalp yetmezliği olanlarda VKİKİ değerlendirme istatistiksel olarak anlamlı saptanırken (p<0,001) VKİ çapının değerlendirmesi istatistiksel olarak anlamlılık saptanmadı. Sonuç: Acil serviste acil diyaliz endikasyonu konulan hastalarda, UF öncesi ve sonrası yapılan ultrasonografik B Çizgisi, Stroke Volüm ve LVOT VTI, VKİKİ değerlerindeki değişimler istatistiksel olarak anlamlı saptanmış olup hipervolemik hastalarda bu ultrasonografik ölçümlerin sıvı yanıtlılığını ön görmede kullanılması hasta yönetimine katkı sağlayacaktır.Öğe Mitral kapak prolapsusu tanılı hastalarda kalp hızı değişkenliğinin değerlendı̇rı̇lmesı̇(Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Özçelik, Hamide; Levent, Reşit ErtürkAmaç: Mitral kapak prolapsusu (MKP), sol ventrikül sistolü sırasında mitral kapağın yaprakçıklarının bir ya da her ikisinin sol atriuma doğru çökmesi olarak tanımlanmaktadır. Çalışmalarda mitral kapak prolapsusunun çocuk yaş grubunda %2-5 arası görüldüğü saptanmıştır. Hastalar genellikle asemptomatiktir. Bazı hastalarda göğüs ağrısı, çarpıntı, senkop gibi semptomlara sebep olur. Mitral kapak prolapsusu erişkin hastalar ile karşılaştırıldığında çocuklarda daha iyi prognoza sahiptir. Ancak mitral yetmezlik, aritmiler, enfektif endokardit, tromboembolik olaylar, korda tendinea rüptürü, ani kardiyak ölüm gibi komplikasyonlar gelişebilir. Yapılan bazı çalışmalarda mitral kapak prolapsusu hastalarında otonom sinir sisteminin iki bileşeni olan sempatik sistemin aktivasyonunun arttığı, vagal tonusun azaldığı gösterilirken bazı çalışmalarda bu değişimin olmadığı bildirilmiştir. Bu çalışmada mitral kapak prolapsusu tanılı çocuk hastalarda kalp hızı değişkenliği kullanılarak sempatik sistem aktivasyonunun değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve yöntem: Bu çalışma Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Çocuk Kardiyoloji Bilim Dalı Polikliniği’nde 1 Temmuz 2023-31 Aralık 2023 tarihleri arasında mitral kapak prolapsusu tanısı konan hastalar ile yapıldı. 5-18 yaş aralığında olup hastanemiz Çocuk Kardiyoloji Polikliniği’nde takipli olan mitral kapak prolapsusu tanılı 36 hasta ve 23 sağlıklı çocuk çalışmaya alındı. Hastaların demografik özellikleri, tanı anındaki kan basıncı ve kardiyak nabız değerleri, elektrokardiyografi, ekokardiyografi ve 24 saatlik ritim Holter verileri değerlendirildi. Bulgular: Mitral kapak prolapsusu tanılı 36 hastanın 19’u kız (%52,8), 17’si erkek (%47,2), kız/erkek oranı 1,1; kontrol grubundaki 23 hastanın 13’ü kız (%56,5), 10’u erkek, kız erkek oranı 1,3 olarak bulunurken her iki grup arasında kız/erkek oranlarında istatistiksel anlamlı farklılık bulunmadı. Hastalarımızın yaş ortalamaları hasta grubunda 13, kontrol grubunda 12’ydi. İki grup arasında yaş ortalaması açısından farklılık saptanmadı. Kontrol ve hasta grupları boy uzunluğu ve vücut ağırlığı açısından anlamlı farklı değildi. Ancak vücut kitle indeksi mitral kapak prolapsusu tanılı olgularda istatistiksel olarak daha düşük saptandı (p=0,020). Kardiyak nabız, sistolik ve diyastolik kan basınçları için kontrol grubu ve mitral kapak prolapsusu grubu verileri benzer bulundu. Hastalarımızın %80,6’sı (n=29) en az bir semptoma sahipti. En sık görülen semptomlar %38,9 (n=14) göğüs ağrısı, %33,3 (n=12) çarpıntı, %25 (n=9) dispne idi. Kontrol grubu, mitral kapak prolapsusu tanılı hastalar ile elektrokardiyografi verileri açısından karşılaştırıldığında QTc dispersiyonunun kontrol grubuna göre MKP’li hastalarda daha uzun olduğu görüldü (p=0,012). Diğer elektrokardiyografi parametreleri açısından istatistiksel fark elde edilmedi. Hasta ve kontrol grubunda ekokardiyografi verileri olan sağ atrium diastol sonu çapı, sol atrium diastol sonu çapı, sol atrium çapı ve ejeksiyon fraksiyonu açısından farklılık saptanmadı. Mitral kapak prolapsusu tanılı olgularda %63,9 (n=23) miksomatöz değişiklikler görüldü. 24 saatlik ritim Holter verileri açısından kontrol ve mitral kapak prolapsusu grubu karşılaştırıldığında zamana dayalı ölçümler ve frekansa dayalı ölçümler arasında istatistiksel anlamlı fark saptanmadı. Kontrol ve hasta grubunun hiçbir bireyinde 24 saatlik ritim Holterde aritmi tespit edilmedi. Sonuç: Mitral kapak prolapsusu tanılı hastalar ve kontrol grubu karşılaştırıldığında EKG’de QTc dispersiyonunun artması bu hastalarda ritim bozukluğunun beklenebileceğini gösterdi. 24 saatlik ritim Holter verilerine göre kalp hızı değişkenliğinde istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı.Öğe Glioblastoma multiforme hücre hattında metforminin histon modifikasyonları üzerindeki etkisinin değerlendirilmesi(Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Pekerbaş, Mert; Akın, Haluk; Durmaz, BurakAmaç: Glioblastoma multiforme (GBM), merkezi sinir sistemi malign tümörlerinin yaklaşık %48'ini oluşturmaktadır ve cerrahi tedavisi oldukça zor bir kanser türüdür. Bu sebeple günümüze kadar pek çok terapötik ajan GBM tedavisi için araştırılmış ve rutin kullanıma girmiştir. Metformin de GBM'de bazı kemoterapötiklere sinerjistik olarak ya da tek başına destek tedavisi olarak araştırılmaktadır. Bazı çalışmalarda metforminin GBM'de antikanser etkileri olduğu ve prognozu iyileştirdiği bildirilmiştir. Ayrıca metformin, kanserleşme sürecinde regülasyonu bozulan bazı temel hücre için yolak ile yakından ilişkili AMPK sinyal yolağı üzerinden etki etmektedir. Bu sebeple metforminin GBM'deki antikanser etkisine AMPK ilişkili ya da ilişkisiz bir takım epigenetik değişikliklerin katkı sağlaması muhtemeldir. Ayrıca histon modifikasyon değişikliklerinin GBM'nin patogenezinde yer aldığı ve prognozla ilişkili olabileceği bilinmektedir. Bu sebeple metforminin GBM hücrelerini temsil eden U87 MG hücre hattında histon modifikasyon değişiklikleri meydana getirip getirmediği ve antikanser etkilerinde bu değişikliklerin katkısı olup olmayacağının ortaya çıkartılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Metformin uygulanan U87 hücre hattında sitotoksisite deneyleri ile IC50 değeri belirlendikten sonra apoptoz ve hücre siklusu deneyleri gerçekleştirilmiştir. Ardından metformin uygulaması sonrası 21 farklı histon modifikasyondaki değişiklikler ELISA-benzeri bir yöntem ile total H3 ve spesifik histon modifikasyon antikorları kullanılarak araştırılmıştır. Histon modifikasyon analizleri sonucu anlamlı olarak değerlendirilen (p<0.05) verilerin daha iyi yorumlanabilmesi için histon modifikasyonlarında görevli enzimleri kodlayan 86 genin ekspresyon seviyeleri ölçülmüştür. Bulgular: Metformin uygulaması sonrası U87 MG hücrelerinde kontrol grubuna kıyasla apoptozda 6,16 katlık bir artış olduğu gözlenmiştir. Metformin, GBM hücrelerinde hücre siklusunu G0/G1 ve S fazlarında durdurmuştur. Metformin, GBM hücrelerinde H3S10ph histon modifikasyonunda anlamlı bir artışa sebep olmuştur. Metformin uygulanması sonrası AURKB ve SETD2 genlerinde anlamlı ekspresyon artışları saptanmıştır. Sonuç: H3S10ph modifikasyonundaki artışın AURKB ekspresyon artışına bağlı olabileceği fakat metforminin antikanser etkilerine katkı sağlamadığı düşünülmüştür. SETD2 transkripsiyonunda meydana gelen artış ise metforminin antikanser etkilerini desteklemektedir. H3S10ph artışı metforminin doza bağımlı bir etkisi olabileceği gibi bu değişikliğin sonuçlarının daha net bir şekilde ortaya çıkartılması için daha kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır.Öğe HIV enfeksiyonunun tanısında kullanılan gösterge durumların Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi anabilim dallarında bilinirliği ve kullanılma oranı(Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Şanlıdağ İşbilen, Gamze; Arda, BilginAMAÇ: Bu çalışmanın amacı, HIV enfeksiyonunun tanısında kullanılan gösterge durumların bilinirliğini ve ne oranda HIV testi istendiğini tespit etmek, test istenenlerde HIV pozitiflik oranını belirlemek ve ‘’HIV ve gösterge durumlar’’ hakkında eğitim verilen ve verilmeyen kliniklerin bu konudaki bilinç düzeyini karşılaştırmaktır. GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışma, gösterge durumlara sahip kişilerin sık başvurduğu dört klinik olan Kadın Hastalıkları ve Doğum, Deri ve Zührevi Hastalıklar, Göğüs Hastalıkları ve Hematoloji bölümleri ile birlikte yürütülmüştür. Çalışma kapsamında Göğüs Hastalıkları ile Deri ve Zührevi Hastalıklar bölümünde çalışan asistan hekimlere 1 Mart 2023 tarihinde bir saatlik ‘’HIV testi istenme endikasyonları’’ konulu bir eğitim verilmiştir. Eğitim tarihinde altı ay önceki ve sonraki zaman dilimi içinde gösterge hastalık tanısı ile bu dalların polikliniklerine başvuran hastalar incelenmiştir. Gösterge durumlar, ICD-10 tanı kodları, patoloji raporları ve klinik gözlem notları değerlendirilerek belirlenmiştir. Çalışma döneminden önce gösterge durumu nedeni ile HIV testi istenen ve negatif bulunan hastaların sadece çalışma sürecindeki ilk poliklinik başvurusu kaydedilmiş ve bu olgular HIV testi istenmiş olarak kabul edilmiştir; bu hastalar, eğitimden sonraki dönemde tekrar değerlendirilmemiştir. Çalışma döneminde gösterge durumu nedeni ile HIV testi istenen hastaların ise sadece test istenen poliklinik başvurusu kaydedilmiştir. Dört klinikte eğitimden önceki ve sonraki altı ay içinde gösterge durumlardan birine sahip olan hastalardan HIV testi istenme oranları ve eğitim alan ve almayan kliniklerdeki test istenme oranları karşılaştırılmıştır. Çalışma döneminde gösterge durum tanısını yeni alan hastalarda test istenme oranları ayrıca değerlendirilmiştir. BULGULAR: Çalışmaya 13056 poliklinik başvurusu olan 3590 hasta dahil edilmiştir. Eğitimden önceki dönemde gösterge durum nedeniyle HIV testi isteme oranları hematoloji bölümünde en yüksek (%82,1), göğüs hastalıkları bölümünde en düşüktür (%24,9); bölümlerin istem oranları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmuştur (p<0,001). Eğitimden önceki dönemde hematoloji bölümünde tüm gösterge durumlar için test isteme oranı %80’in üzerindedir (p=0,686). Göğüs hastalıkları bölümünde test istem oranı tüberküloz enfeksiyonlarında yüksek iken primer akciğer kanseri ve toplum kökenli pnömonide düşüktür (p=0,006). Kadın hastalıkları ve doğum bölümünde serviks kanserinde test istem oranı %61,6, servikal displazide %23,9’dur (p<0,001). Deri ve zührevi hastalıklar bölümünde psoriyazis ve kaposi sarkomunda test isteme oranı %80’in üzerinde, seboreik dermatit ve herpes zosterde ise düşüktür (p<0,001). Eğitimden sonraki dönemde HIV testi isteme oranı en yüksek bölüm hematolojidir. Bu dönemde HIV testi isteme oranları eğitimden sonra düşmüş olsa da, gösterge durum tanısını eğitimden sonraki dönemde alan hastalar değerlendirildiğinde, test isteminde artış olduğu saptanmıştır. Sadece eğitim alan bölümler değerlendirildiğinde, eğitimden sonraki dönemde HIV testi isteme oranlarında istatistiksel anlamlılık düzeyinde olmayan bir artış olmuştur. Eğitimden önceki dönemde sekiz (%0,67) hastaya (beşi hematoloji, ikisi göğüs hastalıkları, biri ise kadın hastalıkları ve doğum bölümünde HIV tanısı konulmuştur. Eğitimden sonraki dönemde pozitif HIV testi saptanmamıştır. SONUÇ: HIV tanısında kullanılan gösterge durumların bilinirliğinin düşüktür. AIDS tanımlayan hastalıklarda HIV testi istenme oranının, diğer gösterge durumlara göre daha yüksek olması bu konuda farkındalığın geliştirilebileceğine dair umut vadetmektedir. HIV testi istem oranı yüksek olan bölümlerde daha fazla yeni HIV enfeksiyonu tanısı konulması, HIV taramasının önemini yansıtmaktadır. Eğitim alan bölümlerde istenilen HIV testi istem oranlarına ulaşılamamış olması, bu konuda daha farklı yöntemlere ihtiyaç olduğunu göstermektedir.Öğe Sıçanda LPS ile indüklenen akut akciğer hasarı modelinde ibuprofenin pulmoner renin-anjiyotensin sistemi üzerine etkisi(Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Değerli, Mert Deniz; Göksel, SibelARDS yoğun bakım ünitelerindeki tüm hastaların ~%10'unda, yoğun bakım ünitesinde mekanik ventilasyon uygulanan hastaların ~%23'ünde görülen bir hastalıktır. Berlin tanımına göre: Solunum semptomları, bilinen bir klinik hasardan sonraki bir hafta içinde başlamış olmalı veya hasta önceki hafta yeni veya kötüleşen semptomlara sahip olmalıdır. Direkt grafi veya bilgisayarlı tomografi (BT) taramasında iki taraflı opasiteler mevcut olmalı ve bu opasiteler plevral efüzyon, lober kollaps, akciğer kollapsı veya pulmoner nodüller ile açıklanamamalıdır. Akut Akciğer Hasarı (AAH) tanımı bazı çalışmalarda ARDS ile sinonim olarak kullanılmakta, bazı sınıflandırmalarda ise hafif/orta ARDS'ye karşılık gelmektedir. Lipopolisakkarit (LPS) gram negatif bakterilerin hücre duvarında bulunan önemli bir bileşendir. Polar lipid baş grubu (lipit A) ve tekrarlayan disakkaritlerin zincirinden oluşan gram negatif bakterilerin dış zarında bulunan bir glikolipittir. LPS İnsanlara ve hayvanlara uygulandığında akciğer dokusuna lökosit birikimi, pulmoner ödem, akciğer dokusunun inflamasyonu ve mortalite gibi mikrovasküler akciğer hasarının önemli komponentlerinin oluşumunu sağlar. Direkt (pnömoni vb.) ve indirekt akciğer hasarının (sepsis vb.) önemli bir nedenidir. Akut akciğer hasarı, sıçanlarda intranazal, intratrakeal, intraperitoneal veya intravenöz LPS uygulamasıyla veya LPS iki vuruş yöntemiyle indüklenebilir. İbuprofen propiyonik asit derivelerinin ilk üyesidir. Nonsteroidal Antiinflamatuar İlaçlar (NSAİİ) grubundandır. Günümüzde en yaygın kullanılan analjezik, antipiretik, antiinflamatuar tezgah üstü ilaçlardan (OTC) birisidir. İlacın yarılanma ömrü yaklaşık 2 saattir. Oral ilaç uygulamasında pik serum konsantrasyonlarına 1-2 saat sonra ulaşılmaktadır. Siklooksijenaz-1 (COX-1) ve Siklooksijenaz-2'nin (COX-2) nonselektif inhibitörüdür. Bir çalışmanın sonucunda ibuprofenin ACE2 kardiyak seviyelerini etkilemesi ve ACE2'nin aynı zamanda SARS-CoV-2 viral giriş reseptörü olması ibuprofenin COVID-19 enfeksiyonunda kullanımında soru işaretleri yaratmıştır. Bunun yanında NSAİ ilaçların pulmoner RAS akslarına (ACE-AngII-AT1R ve ACE2-Ang-(1-7)-Mas) etkileri yeterince aydınlatılamamıştır. Çalışmamızda sıçanlar 4 gruba ayrılmıştır: Kontrol grubu (7 gün oral gavaj ile salin ve 7. günde i.p. salin uygulananlar, n:8), İbuprofen grubu (7 gün oral gavaj ile 40 mg/kg ibuprofen ve 7. günde i.p. salin uygulananlar uygulananlar, n:8), LPS grubu (7 gün oral gavaj ile salin ve 7. günde i.p. 10 mg/kg LPS uygulananlar, n:9), LPS+İbuprofen grubu (7 gün oral gavaj ile 40 mg/kg ibuprofen ve 7. günde i.p. 10 mg/kg LPS uygulananlar, n:9). İntraperitoneal salin veya LPS uygulamasını takiben 8. saatte hayvanların cerrahi olarak toraks boşluğu açıldı. İntrakardiyak kan alımı ve akciğer doku örneklerinin eldesi gerçekleştirildi. Kan örneklerinden WBC, NEU, LYM, MONO, EOS, BASO, PLT, RBC, Hb ve HTC parametreleri çalışıldı. Akciğer homojenatlarında ACE, ACE2, Ang II, Ang (1-7), Mas ve IL1 beta çalışıldı. Bunun yanında akciğer dokusu histopatolojik ve immünkimyasal boyamalar değerlendirildi. Akciğer Yaş/kuru ağırlık testi gerçekleştirildi. Çalışmamızda ibuprofenin sağlıklı sıçanlara 7 gün boyunca 40 mg/kg dozda uygulandığında akciğer homojenatlarında Mas reseptör düzeyini değiştirmemekle birlikte ACE 2, Ang II ve Ang (1-7) düzeyini azalttığı, ayrıca önemli inflamatuvar bir mediyatör olan IL-1β düzeyini azalttığı saptandı, ancak bu esnada akciğer dokusunda herhangi bir histopatolojik değişikliğe neden olmadığı dikkati çekti. Sıçanlara 10 mg/kg dozda LPS uygulamasının 8 saat sonra akciğerin yaş/kuru ağırlığı arttırdığı, dolayısıyla akciğer ödemine neden olduğu saptandı. Bu makroskobik bulgu, akciğerin histopatolojik incelemesinde parankimal inflamasyon, interalveoler kalınlaşma, perivasküler/interstisyel ödem ve alveol duvar kalınlığında bariz bir artış; alveolar boşluklarda ve interstisyel alanda oldukça yoğun biçimde nötrofil infiltrasyonu ve hava boşluklarında debris materyelleri varlığı ile mikroskobik olarak da teyit edildi. İbuprofen uygulaması LPS ile indüklenen akciğer ödemini ve akciğer hasarı skorlamasını belirgin bir şekilde azalttı, ancak tamamen normal düzeylere döndüremedi. İbuprofenin bu etkisinde akciğer hasarı modelinde artmış olan COX2 ve NFkappaB protein düzeylerini baskılamasının aracılık ettiği gözlendi. LPS uygulaması sistemik olarak sıçanlarda NEU sayısında artışa, diğer taraftan lenfopeni ve trombositopeniye neden oldu, ibuprofen ön tedavisi hemogramdaki bu parametreleri değiştirmedi. LPS uygulaması akciğer dokusunda ACE/AngII/AT1-R ve ACE2/Ang(1–7)/Mas-R ekseni üstünde herhangi bir değişikliğe neden olmadı ve LPS ile indüklenen akciğer hasarı modelinde ibuprofen tedavisi de bu eksenler üstünde anlamlı bir etki oluşturmadı.