Tıp Fakültesi Uzmanlık Tezleri Koleksiyonu
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Güncel Gönderiler
Öğe AA amiloidoz nedeni ile böbrek nakli yapılan hastalardaamiloidoz rekürrensi ve ilişkili parametreler(Ege Üniversitesi, 2024) Akbaş, Sabay Emek; Çeltik, AygülAmaç: AA amiloidoz gelişmekte olan ülkelerde sıklıkla saptanan amiloidoz olup böbrek nakli bu hastalarda diğer sistemik tedavilere ve renal replasman tedavisine kıyasla uygun bir tedavi seçeneğidir. Diğer glomerülonefritlerde olduğu gibi amiloidoz da nakil böbrekte nüks edebilir. Amacımız, AA amiloidoza (sekonder amiloidoz) sahip hastalarda amiloidoz nüksü ile ilişkili parametrelerin değerlendirilmesi ve hasta ve greft sağkalımının belirlenmesidir. Yöntem: Retrospektif kohort bir çalışmadır. Ocak 1991-Aralık 2021 tarihleri arasında AA amiloidoz nedeniyle böbrek nakli yapılan hastalar dahil edilmiştir. 18 yaşından küçük ve multi-organ nakilli hastalar çalışmadan dışlanmıştır. Hastaların nakil sonrası 1, 5, 10. yıl ve son kontroldeki demografik, klinik ve patoloji verileri hastane kayıt sistemi ve nakil dosyalarından taranarak elde edilmiştir. Hastalara yapılan böbrek biyopsileri rekürrens kliniği varlığı halinde nedenli ve yokluğunda ise protokol biyopsi olacak şekilde sınıflandırılmıştır. Bulgular: Çalışmaya 82 böbrek nakli dahil edilmiştir. Ortalama nakil yaşı 37,2 olup %65,9'u (n=54) erkekti. AA amiloidoz nedeni olarak %70,7'sinde (n=58) Ailevi Akdeniz Ateşi tespit edilirken %4,9 'unda (n=4) Ankilozan Spondilit, %4,9'unda (n=4) kronik enfeksiyon mevcuttu. %19,5 (n=16) hastada AA amiloidoz nedeni tespit edilemedi. Çalışmamızda canlı vericili nakil oranı %63,4 (n=52) iken verici yaşı ortalama 46 idi. 2 hasta iki kere nakilli olup ortalama takip süresi 9,5 yıldı. Greft biyopsisi ile saptanan amiloid rekürrens oranı %34,1 (n=28) olup bunların %28,5'i (n=8) protokol biyopsi ile saptanmıştı. Proteinüri ve biyopsi zamanı klinik rekürrens grubunda anlamlı şekilde daha fazlaydı (sırasıyla p=0.002, p=0.022). Rekürrens olan grupta 1.yılda proteinüri (p=0,018), 5.yılda kreatinin (p=0,008) rekürrens olmayan gruba göre daha fazla olup anlamlı fark mevcuttu. CRP rekürrens olmayan grupta daha düşük olup anlamlı fark vardı (p=0,012). Son kontrolde kreatinin (p=0,022) diğer gruplara göre anlamlı olarak daha fazlaydı. Rekürrens saptanan ve saptanmayan nakiller arasında genel greft sağkalımı, hasta sağkalımı benzerdi (p=0.30, p=0.15). Yaş ve cinsiyet ile düzeltilen çoklu regresyon analizinde amiloid rekürrens varlığı ile mortalite arasında anlamlı ilişki saptanmadı (p=0,19). 5. yılda genel greft sağkalımı %78.9 iken hasta sağkalımı %83.5 idi. Sonuç: AA amiloidoza bağlı son dönem böbrek yetmezliğinin tedavisinde böbrek nakli uygun renal replasman tedavilerinden biri olup nakil böbrekte amiloid rekürrensi görülebilmektedir. Protokol biyopsi yapılması rekürrensin erken tanınmasına katkı sağlaması bakımından yol gösterici olabilir. vii Anahtar kelimeler: Amiloidoz, böbrek nakli, rekürrens, sağkalımÖğe Uterin mezenkimal tümörlerde PD-L1 ekspresyonunun değerlendirilmesi(Ege Üniversitesi, 2024) Mammadova, Fajrın; Özsaran, Ahmet AydınGiriş: Bu çalışmada; patolojik uterin mezenkimal tümör tanısı koyulan hastaların histerektomi materyalinde immun kontrol noktası proteinlerinden PD-L1 ekspresyonunun incelenmesi, PD-L1 ekspresyonu yüksekliği saptanması halinde diğer medikal tedavi seçeneklerine ek olarak PD-L1 inhibitör tedavisi yapılabileceğinin gösterilmesi, yeni immün kontrol noktası inhibitörü tedavilerinin gelecekteki klinik gelişimini yönlendirmeye yardımcı olması amaçlanmaktadır. Materyal ve Metod: Bu çalışmada, EÜTF Kadın Hastalıkları ve Doğum ABD'de, 2000-2022 yılları arasında patolojik olarak uterin mezenkimal tümör tanısı koyulan hastaların histerektomi materyalinde PD-L1 ekspresyonu bakılmıştır. Ege Üniversitesi Jinekolojik Onkoloji Bilim Dalında cerrahisi yapılan 100 olgu çalışmaya alınmıştır. Arşivden dosyalara ulaşılması ve dosyaların değerlendirilmesi açısından daha iyi sonuçlar elde edileceği düşünüldüğünden, 2000-2022 yılları arası başvurmuş hastaların dosyaları taranmıştır. Bu 100 olgunun histerektomi materyalleri incelenmiştir. Bu olguların patolojik tanı olarak 20'si leiomyom, 20'si leiomyosarkom, 20'si düşük dereceli endometrial stromal sarkom, 20'si yüksek dereceli endometrial stromal sarkom, 20'si endometrial stromal nodül olmuştur. Olguların tümör kesitleri incelendikten sonra uygun parafin blokları çıkarılmıştır. Parafin bloklardan yeni alınan kesitler PD-L1 belirteçi ile immünohistokimyasal olarak boyanmıştır. Olguların klinik ve patolojik verileri hasta dosyalarından ve patoloji raporlarından geriye dönük olarak çıkarılmıştır. İmmünohistokimyasal boyanma sonuçları ile klinik veriler karşılaştırılmıştır. Bulgular: Çalışmada gruplar arasında yaş, menopozal durum, terapötik öykü ve takip durumu, histopatolojik sonuç, tümörün tipi ve derecesi, immünhistokimyasal PD-L1 pozitiflik/negatiflik durumu kaydedilmiştir. PD-L1 (22c3) uygulanan slaytlarda boyanma pozitif skor olarak değerlendirilmiştir. CPS<1 negatif ve CPS ?1 pozitif olarak sınıflandırılmıştır. Grupların menopozal durumunu değerlendirdiğimizde, HG-ESS vakaların tanı yaşı ortalaması anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Genel olarak, sadece 1 leiyomyosarkom ve 1 yüksek dereceli ESS vakası CPS>%10 pozitif PD-L1 boyaması sergilemiştir. PD-L1 ekspresyonu, 9 (%45) leiomyosarkom, 10 (%50) HG-ESS, 3 (%15) LG-ESS, 1 (%5) ESN vakasında saptanmıştır. Hiçbir leiomyom vakası PD-L1 ekspresyonu göstermemiştir. Leiomyosarkomların ve HG-ESS'ların çoğunluğunun tümörle ilişkili immün PD-L1 ekspresyonu sergilemiştir ve bu ekspresyon oranı leiomyom, LG-ESS, ESN'lerde (P<0.0001) gözlenenden önemli miktarda daha yüksekti. Birleşik gruplar halinde değerlendirildiğinde de LMS ve HG-ESS'lerin bulunduğu grupta diğer gruplarda gözlenenden önemli miktarda daha yüksek oranda PD-L1 eksprese eden vaka sayısı olduğunu tespit ettik. Bu bulgular, malign mezenkimal tümör tanılı hastaların bir grubunda PD-1/PD-L1 kontrol noktası inhibitörlerinin etkili olacağını göstermektedir. Sonuç: Leiomyosarkomlar ve yüksek dereceli endometrial stromal sarkomlarda diğer uterin mezenkimal tümörlerle karşılaştırıldığında önemli miktarda yüksek oranda pozitif PD-L1 ekspresyonunun saptanması, PD-L1 inhibitörleri ile immünoterapinin, malign mezenkimal tümör tanısı ile seçilmiş bir grup hastada uygulanabileceğini göstermektedir. Aynı zamanda, bulgularımızın ameliyat sonrası malign uterin mezenkimal tümör örneklerinde yapılan immun kontrol noktası inhibitörü tarama çalışmalarına destek sağlayacağı düşünülmektedir. Anahtar Kelimeler: uterin mezenkimal tümör, PD-L1, PD-L1 ekspresyonu, immun kontrol noktası, immun kontrol noktası inhibitörleriÖğe Transkateter aort kapak implantasyonu yapılan hastalarda kapak ölçülerine göre erken ve orta dönem sonuçları(Ege Üniversitesi, 2024) Kızılağaç, Şennur; Oğuz, EmrahAmaç: Bu çalışmada, 34 numara kapak ile farklı ölçülerde kapaklar kullanılarak gerçekleştirilen Transkateter Aort Kapak İmplantasyonu (TAVİ) operasyonu geçiren Ciddi Aort Stenozu tanılı hastaların erken ve orta dönem klinik sonuçlarının analiz edilmesi amaçlanmaktadır. Gereç ve Yöntem: Retrospektif olarak, Ocak 2018 – Ağustos 2023 tarihleri arasında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Kalp ve Damar Cerrahisi'nde ciddi aort stenozu tanısı nedeniyle TAVİ operasyonu geçiren, toplam 152 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Çalışmada hasta verileri dosya tarama ve güncel hasta kayıtları üzerinden elde edilmiştir. Çalışmada hastaların sosyodemografik özellikleri, sahip oldukları ek hastalıklar, hastaların tanıları, preoperatif ve postoperatif takipte fonksiyonel kapasiteleri, preoperatif ekokardiyografi verileri, sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu (LVEF), sol atriyum çapı, sistolik pulmoner arter basıncı, AVA (Aortik kapak alanı), aort kapak gradiyent ve velositeleri, takılacak kapak ölçüleri, operasyona ilişkin veriler, yoğun bakım ve hastanede kalış süreleri, postoperatif erken dönem ve orta dönem gelişen komplikasyonlar ile hastanın nihai durumlarına ait veriler kaydedilmiştir. Hastaların fonksiyonel kapasiteleri New York Kalp Cemiyeti (NYHA) sınıflamasına göre değerlendirilmiştir. Hastaların cerrahi riskleri Lojistik EuroSCORE, Standart EuroSCORE ve STS (Göğüs Cerrahları Birliği) skoruna göre değerlendirilmiştir. Çalışmada elde edilen verilerin SPSS analiz programında analizleri yapılmıştır. Bulgular: Çalışmamız sonucunda 34 mm kapak takılan hastaların yaş ortalamasının, 34 mm'den küçük kapak takılan hastalardan anlamlı olarak daha küçük olduğu görüldü ve erken dönemde mortalite gelişen hastalarda ileri yaşın risk faktörü olduğu saptandı. 34 mm kapak takılan hastaların çoğunluğu erkekti. Her iki grubun da operasyon sürelerinin benzer olduğu fakat 34 mm kapak takılan hastaların yoğun bakım kalış sürelerinin uzadığı, hastanede yatış sürelerinin benzer olduğu görüldü. 34 mm kapak takılan hastaların postoperatif dönemde geçici ve kalıcı pacemaker ihtiyaçlarının daha fazla olduğu gözlendi. Kalıcı KPM implantasyonu yoğun bakım kalış sürelerindeki artışın önemli bir sebebi olarak değerlendirildi. 34 mm kapak takılan hastaların 6'sının (%20,0) ve 34 mm'den küçük kapak takılan hastaların 8'inin (%6,6) postoperatif geçici pacemaker ihtiyacı olurken, benzer şekilde 34 mm kapak takılan hastaların 6'sının (%20) ve 34 mm'den küçük kapak takılan hastaların 7'sinin (%5,7) postop kalıcı pacemaker ihtiyacı olduğu görüldü. Bu sonuçlardan 34 mm kapak takılan hastalarda postoperatif dönemde daha fazla iletim anomalisi bulunduğu ve pacemaker ihtiyaçlarının daha fazla olduğu gözlenmiştir. Postoperatif ilk ve son takiplerde PVL açısından iki grup arasında anlamlı fark saptanmadı. 34 mm kapak takılan hastaların kısa dönem takiplerde 1'inde (%3,3) ve 1 yıldan az süreli takiplerde (<1 yıl) ise hastaların 2'sinde (%6,7) mortalite gelişirken, 34 mm'den küçük kapak takılan hastaların kısa dönem takiplerde 2'sinde (%1,6) ve 1 yıldan az süreli takiplerde (<1 yıl) ise hastaların 8'inde (%6,6) mortalite geliştiği gözlendi. Sonuç: TAVİ işlemi yüksek riskli semptomatik AD hastaları için faydalı sonuçları olan, hastaların yaşam kalitelerini arttıran bir işlemdir. Çalışmamızda her iki gruptan elde ettiğimiz sonuçların benzer olması ve 34 mm kapak takılan hastalarda da komplikasyonların az olması, yoğun bakım ve hastane yatış sürelerinin uzun olmaması, kısa ve orta dönemde mortalitenin diğer gruba benzer düzeylerde gerçekleşmesi uygun hastalarda 34 mm kapağın güvenle kullanılabileceğini, 34 mm kapak takılan grupta hastaların artmış KPM oranları nedeniyle iletim bozuklukları açısından dikkatle takip edilmesi gerektiğini düşündürmektedir.Öğe Umbilikal kateterizasyon ilişkili portal ven trombozu, portal hipertansiyon ve diğer sorunların gelişme insidansı(Ege Üniversitesi, 2024) Karayazılı, Ayşe Merve; Ergün, Mustafa OrkanAmaç: Yenidoğan portal ven trombozu için umbilikal ven kateterizasyonu (UVK) en önemli risk faktörlerinden biridir. Yenidoğan yoğun bakım ünitelerinde özellikle son zamanlarda giderek artan sıklıkta UVK uygulanmaktadır. Portal ven trombozunda (PVT) doğru tanı ve etkin tedavi, komplikasyonların yönetimi açısından oldukça önemlidir. Bu çalışmada, hastanemizde uygulanan umblikal venöz kateterlerin, portal ven trombozu ve portal hipertansiyon (PHT) gibi sorunlarla ilişkisinin ve risk faktörlerinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Retrospektif olarak, Ocak 2014- Mart 2022 tarihleri arasında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Yenidoğan Bakım Ünitesi'nde ve Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesi'nde izlenen, umbilikal venöz kateter (UVK) ile tedavi uygulanmış olan toplam 506 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Hastaların demografik verileri, umbilikal kateter yerleşim düzeyleri, uç noktaları, kateter kalış süreleri değerlendirilmiş, yatarak tedavilerinde ve taburculuklarında bakılan portal venöz doppler/Gri skala ultrasonografileri (USG), portal venöz tromboz (PVT) ve/veya PVT şüpheli anomali ve diğer patolojiler açısından incelenmiştir. Bulgular: Toplam UVK uygulanan 506 hastadan, 18'inde PVT saptanırken, 488'inde PVT gelişmediği gözlendi. Çalışmada PVT gelişen yenidoğanlarda (13 erkek, 5 kız) erkek kız oranı 1:2,6, PVT gelişmeyen yenidoğanlarda ise (263 erkek, 225 kız) erkek kız oranı 1:1,17 olarak saptanmıştır. Kateter yerleşim düzeyi uygun olmayan yerleşime sahip yenidoğanların, uygun yerleşime sahip yenidoğanlardan gestasyonel hafta ve doğum ağırlıklarının anlamli olarak daha yüksekdi ve düşük doğum ağırlığının PVT gelişimi üzerinde etkili değildi. 506 hastanın 21'inde (%4,15) kateter ilişkili tromboz saptandı. 21 hastadan 18'inde (%3,55) PVT, 3'ünde atrial trombüs bulundu. PVT görülme sıklığı ile UVK yerleşim düzeyleri arasındaki fark anlamlıydı (p<0,05). Anormal yerleşimin PVT grubunda PVT gelişimine katkıda bulunduğu, yüksek yerleşimin ise PVT olmayan grupta bir faktör olduğu saptandı. PVT tespit edilen 18 hastadan 10'u erken dönemde DMAH tedavisi aldı ve 5 hastanın trombüsü çözündü. Kalan 5 hasta DMAH tedavisi almadı ve kronik PVT olarak kabul edildi. Toplamda 12 hastada kronik PVT tespit edildi (hiç tedavi almayan 7 hasta ve tedavi almasına ragmen trombüsü çözünmeyen 5 hasta). UVK yerleşim yerlerinin uygunluğu ile bebeklerin doğum ağırlıkları arasındaki farklar anlamlıydı ve bu fark AGA bebeklerden kaynaklanmaktaydı. UVK kalış süresi ortalaması en yüksek çok yüksek düzeyde kateter yerleştirilen grupta bulunurken, en düşük malpoze seviyesinde kateter yerleştirilen grupta yer aldığı ve gruplar arası bu farkların anlamlı olduğu saptandı (p<0,05). Trombüs yerinin en çok sol portal ven (PV) olduğu belirlendi. ROC analizine göre, UVK kateter kalış süresi için kesme noktası 7,5 olarak bulundu. Bebeklerde sepsis gelişiminde UVK kalış süresinin risk faktörü olduğu, konjenital anomali varlığının PVT gelişimini etkilediği, komplikasyonların kümülatif insidansının ise 5. günde %17, 10. günde %34 ve 14. gününde istikrarlı bir şekilde %42'ye yükseldiği görüldü. UVK ilişkili PVT, portal hipertansiyon gelişimi üzerinde etkili olduğu saptandı. Gri skala/Doppler USG'lerde ilk trombüs boyutlarının, trombüsün spontan rezolüsyonu üzerinde etkili olup olmadığı çalışmamızdaki veri yetersizlikleri nedeniyle değerlendirilemedi. Sonuç: UVK uygulaması sırasında kateter ucunun uygun şekilde yerleştirilmesi, UVK ilişkili PVT'yi önlemede oldukça önemlidir. Anormal uç yerleşimleri ile daha yüksek PVT riski mevcuttur. Yenidoğan UVK uygulaması ile PVT gelişiminin iyileştirilmesi için yenidoğan yoğun bakım ünitelerinde UVK uygulamasına yönelik standartlaştırılmış kılavuzlar gerekmektedir. Anahtar Sözcükler: Portal Ven Trombozu (PVT), Umbilikal Ven Kateterizasyonu (UVK), Preterm, Portal Hipertansiyon (PHT), Venöz TrombozÖğe Obsesif kompulsif bozukluk hastalarında otistik özelliklerin göz izleme görevleri ile değerlendirilmesi(Ege Üniversitesi, 2022) Akkeçili, Yunus; Pırıldar, Şebnem; Kuman Tunçel, ÖzlemGİRİŞ: Otizm Spektrum Bozukluğu olan kişilerin akrabalarında klinik eşiğin altında da olsa daha yüksek bulunan ve genel popülasyonda da normal olarak dağılan sosyal, iletişimsel ve davranışsal otistik özelliklerin sürekliliği ortaya konmuştur. (Geniş Otizm Fenotipi, BAP, GOF). Daha önce yapılan çalışmalarda Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB) hastalarında otistik özelliklerin sıklığının fazla olduğu saptanmıştır. Bu özelliklerin OKB'de; semptom şiddeti ve niteliği, tedavi cevabı, sosyodemografik özellikleri üzerindeki etkileri de önceki çalışmalarda incelenmiş, araştırmacılar konu hakkında daha fazla çalışma yapılmasının önemine vurgu yapmışlardır. Ayrıca OKB bulgularıyla otistik bulguların klinik görünümü sıklıkla karışan durumlardır. YÖNTEM: Bu çalışmada yaş, cinsiyet, eğitim düzeyi ve zeka düzeyleri açısından benzer özelliklere sahip üç katılımcı gurubuna (OSB hastaları, OKB hastaları ve sağlıklı kontroller) Otizm Spektrum Anketi (OSA), Brown İnançların Değerlendirilmesi Ölçeği (BİDÖ), Tikler için Uyarıcı Dürtüler Ölçeği (TİUDÖ) ölçekleri ile birlikte iki ayrı nitelikte göz izleme görevleri (sosyal ve fiziksel normların ihlal edildiği resimler ve etkileşimli sosyal uyaranlardan oluşan videolar) uygulanmıştır. Katılımcıların otistik özelliklerinin şiddeti, içgörü düzeyleri, tik şiddetleri ve göz izleme görevlerinin sonuçları belirlenmiş; gruplar arasında karışık desen varyans analizleri ile karşılaştırılmıştır. Elde edilen sonuçlarla OKB katılımcılarına uygulanan Yale-Brown Obsesyon Kompulsiyon Ölçeği sonuçları arasındaki ilişkiye Spearman korelasyon analizleriyle bakılmıştır. BULGULAR: Çalışmaya kabul edilen 48 (OSB:14, OKB:18, Kontrol:16) katılımcının verileri analizlere dahil edilmiştir. Her parametre için normallik ve homojenlik varsayımlarını sağlamayan katılımcıların verileri ilgili parametre için analiz dışında bırakılmıştır. OSB ve OKB gruplarının; OSA, BİDÖ, TİUDÖ sonuçlarında sağlıklı kontrollerden anlamlı derecede farklılaştığı saptanmıştır (p's<0.001). Resimlerle ilgili göz izleme görevlerinde; katılımcılar arasında doğru cevaplarda anlamlı bir farklılık olmadığı ve tüm katılımcıların tuhaf resimleri ayırt edebildiği saptanmıştır. OSB ve OKB gruplarının reaksiyon süresinin tüm resimler için kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha uzun olduğu görülmüştür (p's<0.049). Resimlerdeki ilgi alanlarında OSB grubunun ilk fiksasyon sürelerinin hem OKB (p=0.005) hem Kontrol (p=0.024) grubundan uzun olduğu saptanmıştır. OSB grubunda sosyal tuhaf resimlerdeki ilgi alanlarında ilk fiksasyona dek geçen sürenin ise OKB grubundan (p=0.012) anlamlı olarak uzun olduğu saptanmıştır. OKB grubu için ilgi alanına ilk fiksasyona dek geçen zamanın, algısal tuhaflıklarda sosyal tuhaflıklara göre anlamlı derecede uzun olduğu görülmüştür (p=0.011). Video uyaranlardan oluşan göz izleme görevlerinde; OSB grubunun "Fransızca Öğreniyoruz!" videosunda yüzlere kontrollerden anlamlı derecede daha az odaklandıkları (p=0.022) ve daha geç fikse (p=0.012) oldukları; ön nesnelere (p=0.009) kontrollerden daha fazla odaklandıkları saptanmıştır. "Heykeltraş Olmanız İçin Buyrun İlk Ders: Heykele Giriş" videosunda OSB grubunun yüzlere kontrollerden daha az odaklandıkları saptanmıştır (p=0.023). "Örgü Örmeyi Öğreniyoruz!" videosunda ise ilgi alanlarına odaklanma süreleri açısından anlamlı farklılık görülmemiştir. OKB katılımcılarına uygulanan Yale-Brown Obsesyon Kompulsiyon Ölçeği sonuçları ile ölçek ve göz izleme görevlerinden elde edilen verilerin korelasyon analizlerinde anlamlı sonuçlara rastlanmamıştır. TARTIŞMA: OKB grubunun yapılan ölçek değerlendirmelerinde; OSA ölçek puanlarının (Toplam puan, Hayal Gücü alt ölçeği, İletişim alt ölçeği, Sosyal Beceri alt ölçeği) sağlıklı kontrollerden anlamlı olarak daha fazla olduğu saptanmıştır. Bu sonuçlar, OKB hastalarında otistik özelliklerin sıklığının sağlıklı kontrollerden fazla olduğunu göstermektedir. Resimlerdeki göz izleme görevleri sonuçları değerlendirildiğinde; OSB grubunun kontrol katılımcılarından farklılaştığı, saptanan ince farklılıkların OSB hastalarının sosyal dikkat ve sosyal biliş eksikliklerini yansıtabileceği düşünülebilir. Resimlerdeki göz izleme parametrelerinde, OSB ile Kontrol grubu arasında istatistiksel olarak anlamlı saptanan parametrelerin OKB grubunda anlamlı farklılığa ulaşmadığı saptanmıştır. Video göz izleme görevi sonuçları; OSB grubu ile kontrolleri yüze odaklanma süreleri açısından anlamlı oranda ayırmıştır. OKB grubunun yüze odaklanma sürelerinin; OSB grubundan fazla ve kontrol grubundan az olması, gruplar arasında anlamlı fark olmasa da ilgi alanı analizlerinde grup etkisinin ve gruplar arasındaki lineer ilişkinin olması dikkat çekmiştir. İstatistiksel sonuçlarda anlamlı farklılık olmaması; OKB grubunun katılımcı sayısının az olmasından kaynaklanan kısıtlılığımızın bir sonucu olarak değerlendirilebilir. SONUÇ: OKB grubunun yapılan ölçek değerlendirmelerinde; OSA ölçek puanlarında sağlıklı kontrollerden daha fazla otistik özelliklerinin olduğu görülmüştür. Göz izleme görevlerinin sonuçlarının OSB hastaları ile sağlıklı kontroller arasında anlamlı düzeyde farklılaştığı görülmüştür. Etkileşimli video içerikten oluşan uyaranların, resimlerden oluşan uyaranlara göre OSB grupta sosyal dikkat bozukluğunu daha iyi ayırt edebildiği görülmüştür. OKB grubunda saptanan otistik özelliklerle ilgili göz izleme verilerinde anlamlı bir farklılığa rastlanmamıştır. Video uyarandan oluşan görevlerde OKB grubu için de yüzlerdeki odaklanma süreleri için grup etkisinin görülmesi ve kontrollerden ayrılmaya yaklaşan sonuçların görülmesi dikkat çekmiştir. İleride yapılacak çalışmalarda; örneklem grubu daha fazla sayıda katılımcıya sahip olabilecek, etkileşimli sosyal uyaranlarla yapılacak olan göz izleme çalışmalarının, OKB hastalarında otistik özellikleri göz izleme görevleriyle saptayabilmesi mümkün olabilecektir.Öğe Acil serviste sepsis ve septik şok ön tanılı hastalarda enfiye çukuru rezistif indeksinin tanıya etkinliğinin değerlendirilmesi(Ege Üniversitesi, 2023) Arslan, Bahadır; Akarca, Funda KarbekAmaç: Bu çalışmada acil servise sepsis şüphesiyle ile başvuran erişkin hastaların başvuru anında ölçülen Enfiye Çukuru Rezistif İndeks (EÇRİ) değerinin sepsis tanısına ve yönetimine katkısını araştırmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Çalışma, tek merkezli, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Servisinde, Temmuz 2021 – Haziran 2022 tarihleri arasında prospektif olarak gerçekleştirildi. Acil servise başvuran 18 yaş üstü, sepsis şüphesine sahip hastalar çalışmaya dâhil edildi. Çalışmaya katılan hastaların demografik verileri, vital, kan gazı parametreleri ile EÇRİ ölçümleri yapılarak kayıt altına alındı. Bulgular: Çalışmada toplamda 209 hasta analiz edildi. Hastaların %52,7'si (n=108) erkekti. Yaş ortalaması 72,6 ± 13,4'tü. Hastaların, %53,2'si (n=109) sepsis tanısı almayan gruptaydı. Hastaların %52,6'sı (n=110) genel durum bozukluğu ile başvurmuştu. En sık rastlanan hastalık ise %55 (n=115) ile hipertansiyondu. Sepsis tanısı alan ve almayan hastaların ortanca EÇRİ değerleri açısından anlamlı bir fark saptanmadı (sırasıyla 0,87(0,8-1), 0,88±0,1 p=0,309). Sepsis tanısı koymada EÇRİ'nin eğri altında kalan değeri 0,544 (%95 GA 0,461-0,620 p=0,310) olarak saptandı. Tüm hastalar değerlendirildiğinde laktat 4 mmol üstünde olan hastalarda EÇRİ ortalama değerleri de anlamlı olarak yüksek bulundu. (1(0,85-1,08) p:0,001). Doppler akım tiplerine göre (trifazik, bifazik ve ters geç diyastolik akım) sınıflama yapıldığında akım tipleri, sepsis tanısında anlamlı olarak farklı saptandı (p=0,03). Yine laktat 4mmol/L eşik değer kabul edildiğinde anlamlı olarak farklı saptanmıştır (p=<0,001). Sepsis hastalarının %42'si (n=42), sepsis tanısı almayanların %11,9'u (n=13) 30 gün içinde hayatını kaybetmiştir. Her iki grupta sağ kalan ve ölen hastaların EÇRİ değerleri arasında anlamlı bir fark saptanmadı(sepsis; p=0,208, sepsis tanısı almayan; p=316). Ancak doppler akım tipleri sepsis tanısı alan ve almayan hastalarda 30 günlük mortalite için değerlendirildiğinde istatiksel olarak anlamlı farklıydı (sırasıyla p=0,042, p= 0,001). Sonuç: Hastaların geliş anında ölçülen EÇRİ değeri, kritik hastada sepsis tanısı açısından net veri sunmasa da laktat 4 mmol üstünde olan hastalarda orantısal artış takipte kullanılabilir. Ultrasonografik doppler akım tipleri ile birlikte değerlendirme ise hastaların ciddiyeti ve sağ kalımı ile ilgili fikir verebilir.Öğe Farklı şiddetteki mandibular asimetrinin görsel algısının göz izleme teknolojisi kullanılarak değerlendirilmesi.(Ege Üniversitesi, 2023) Sari, Eda; Dindaroğlu, FurkanAmaç: Bu çalışmanın amacı; farklı şiddette mandibular asimetri bulunan fotoğraflar arasında, ortodontist ve meslek dışı katılımcı grubunun göz hareketlerini, göz izleme cihazı kullanarak değerlendirmek ve gruplar arasında karşılaştırmaktır. Ayrıca farklı şiddette mandibular asimetri içeren fotoğraflar arasında görsel dikkati karşılaştırmak ve algı hiyerarşisi açısından değerlendirmektir. Yöntem: Çalışmaya fotoğrafları kullanılmak üzere dahil edilen kişiler, çalışmanın sonuçlarının güvenilirliği açısından aynı ortalama çekicilik skorlarına sahip kişilerden oluşmuştur. Bu amaçla seçilen 30 kişi; 2 ortodontist tarafından değerlendirilmiştir ve asimetrisi bulunmadığı konusunda hem fikir oldukları 20 kişi seçilmiştir. Bu 20 fotoğraf, meslekten olmayan 20 kişiye çekicilik açısından 10 üzerinden puanlatılmıştır. Çekicilik skoru birbirine yakın, 7 8 puan arasında olan 10 fotoğraf seçilerek çalışmaya dahil edilmiştir. Böylece mandibular asimetrisi bulunmayan 18-30 yaş arası 5 erkek, 5 kadın toplam 10 kişinin cephe fotoğrafı; 5 kişide sağ 2 mm, 4 mm, 6 mm ve 8 mm değişikliklerle, diğer 5 kişide sol 2 mm, 4 mm, 6 mm ve 8 mm değişikliklerle simüle edilmiş ve bir referans görüntüsü de dahil olmak üzere bir kişiden 5 görüntü oluşturulmuştur. 10 kişiden toplam 50 görüntü elde edilmiştir. Katılımcıların göz hareketlerini bilinçli bir şekilde mandibular asimetriye yönlendirmesinin önüne geçmek için aynı çekicilik skorlarına sahip 5 farklı kişinin fotoğraflarında nasal asimetri ve göz asimetrisi oluşturularak deneyin içine eklenmiştir. Bu görüntülerin dataları çalışma sonuçlarına dahil edilmemiştir. Görüntüler siyah beyaz kullanılmıştır ve saç, kulak ve boyun kısımları görüntüden çıkarılmıştır. Katılımcıların göz hareketlerini analiz etmek için yüz altı (6) ilgi alanına ayrılmıştır. Bu ilgi alanları: gözler, burun, sağ ve sol yanak, üst dudak ve alt dudak-çenedir. Diğer yüz bölgeleri görsel analize dahil edilmemiştir. Görüntüler deney sırasında rastgele ve ekranın sol veya sağ tarafında olacak şekilde katılımcılara gösterilmiştir. Göz izleme cihazı olarak Eyelink 1000 plus göz izleme cihazı (Sr-Research, Kanada) kullanılmıştır. Bulgular: Analizlerde etkileşim ve önem seviyesi (p) 0,05 olarak kabul edilmiştir. Asimetrinin yönü incelendiğinde, sağ ve sol arasında görsel dikkat açısından anlamlı bir fark bulunmamıştır. (p >0,05) İlk fiksasyona kadar geçen süre incelendiğinde, meslek grupları arasında anlamlı bir fark yoktur. (p >0,05) Yalnızca alt çene ilgi alanı, tüm katılımcılar için IV incelendiğinde 8 mm asimetri olan fotoğraflarda, 2 mm asimetri olan fotoğraflara göre ilk fiksasyona kadar geçen süre anlamlı olarak daha kısadır. (p <0,05) İlk fiksasyondan önce gerçekleşen fiksasyon sayısı incelendiğinde, meslek grupları arasında anlamlı bir fark yoktur. Yalnızca alt çene ilgi alanı incelendiğinde, 2 mm ve 8 mm asimetri içeren fotoğraflar karşılaştırıldığında ortodontistler meslek dışı gruba göre ilk fiksasyondan önce gerçekleşen fiksasyon sayısı anlamlı olarak daha azdır. (p <0,05) Fiksasyon sayısı ve fiksasyon süresi parametreleri tam paralellik göstermektedir. Alt çene ilgi alanı incelendiğinde, katılımcılar 8 mm asimetri olan fotoğraflarda çene bölgesine daha çok ve daha uzun fiksasyon yapmış, asimetri olmayan fotoğraflardan 8 mm asimetri olan fotoğraflara doğru fiksasyon sayısı ve süresinde lineer bir artış gözlenmiştir. (p <0,05) Sonuç: İstemsiz dikkat parametreleri incelendiğinde; sadece alt çene ilgi alanı değerlendirildiğinde, ilk fiksasyondan önce gerçekleşen fiksasyon sayısında, 2 mm asimetriye göre 8 mm asimetri içeren fotoğraflarda, ortodontistlerin alt çene ilgi alanına, daha az fiksasyon yaparak odaklandığı görülmüştür. İstemli dikkat parametreleri incelendiğinde katılımcılar en çok ve en uzun göz ilgi alanına odaklanmıştır. Göz ilgi alanını, burun, üst dudak ve alt dudak-çene ilgi alanı takip etmektedir. Yalnızca alt çene ilgi alanı incelendiğinde, fiksasyon süresi ve sayısı asimetri olmayan koşuldan, 8 mm asimetri olan koşula doğru lineer bir artış göstermiştir. Norm hiyerarşi incelendiğinde; 2 mm asimetri olan, 4 mm asimetri olan ve 6 mm asimetri olan fotoğraflarda katılımcılar ilk olarak göz ilgi alanına odaklanmıştır. Göz ilgi alanını, burun ve alt dudak-çene ilgi alanları izlemiştir. Ancak 8 mm asimetri bulunan fotoğraflarda dikkat gözlerden sonra burun bölgesini atlayarak alt dudak-çene ilgi alanına odaklanmıştır.Öğe Farklı CAD/CAM blokların rezin kompozitlerle tamiri(Ege Üniversitesi, 2023) Çay, Özge; Kemaloğlu, HandeAmaç: Üç farklı CAD/CAM bloğun, yaşlandırma işlemi (termalsiklus) sonrası, iki farklı universal adeziv ve biri self adeziv olmak üzere iki farklı akışkan rezin kompozit ile tamir edilmesi ve tamir sonrası makaslama bağlanma dayanımlarının ölçülmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda, Lava Ultimate, Gc Cerasmart, Vita Enamic blokların her birinden 18 adet olmak üzere toplamda 54 adet 3 mm kalınlığında plakalar hazırlandı. Daha sonra plakalara (5°-55°C ve 10.000) termal döngü işlemi uygulandı. İşlemden sonra plakalar akrilik bloklara sabitlendi. Elde edilen plakalar 600, 800, 1.200 grenli silikon karbit kağıtlar (SiC) ile zımparalandı ve 5 dk distile suda bekletilerek temizlendi. Tüm CAD/CAM plaka yüzeyleri frezledi ve asitlendi. Test materyalleri uygulanacak tamir prosedürüne göre dokuz alt gruba ayrıldı (n=10). Plakalar 2 farklı universal adeziv (Single Bond Universal, 3M Espe, ABD ve G-Premio Bond, GC Corporation, Tokyo, Japonya) ve 2 farklı akışkan kompozit rezin kullanılarak (G-aenial Universal Injectable Kompozit, GC Corporation, Tokyo, Japonya ve Nova Compo Super Flow kompozit, Imicryl, Konya, Turkey) tamir edildi. Toplam 270 adet örnek elde edildi. Sonrasında, hazırlanan tüm örneklere universal test cihazında makaslama bağlanma dayanımı testi uygulandı. Kırık tipleri, stereomikroskop ile değerlendirildi. Veriler, Mann Whitney U testi ile analiz edildi. Bulgular: Makaslama bağlanma dayanımı testi sonucunda, kullanılan blok tipi ve uygulanan tamir prosedürleri arasında anlamlı bir ilişki saptandı (p<0.05). Vita Enamic bloklarda silan uygulanan gruplar, silan uygulanmayan gruplara göre daha yüksek ortalama bağlanma dayanım değeri gösterdi (p<0,05). Lava Ultimate ve Cerasmart blokların tamirinde adeziv protokol öncesi silan ön uygulaması bağlantı dayanım değerini düşürdü (G1-G2 grupları hariç) (p<0,05). Sonuç: Tamir prosedürlerinin başarısı tamir edilecek materyalin yapısına bağlı olmakla birlikte, kullanılacak tamir materyallerinin içeriği de önem arz etmektedir. Bu sebeple materyal odaklı tamir prosedürlerinin uygulanmasının önemli olduğu düşünülmektedir. Rezin-matriks seramik materyallerin tamirinde, silan içerikli universal adezivlerin self adeziv rezin kompozitlerle birlikte kullanımı, bağlantı dayanımını arttırması sebebiyle "altın standart" tamir prosedürü olarak tercih edilmelidir. Anahtar Sözcükler; CAD/CAM restorasyonlar; kompozit rezin; tamir; makaslama bağlanma dayanımı.Öğe Çocuk hastalarda süt molar ve daimi birinci molar dişlere uygulanan paslanmaz çelik kronların klinik başarısının ve memnuniyetin değerlendirilmesi(Ege Üniversitesi, 2023) Yazgan, Döndü Sevda; Ertuğrul, FahinurÇocuk hastalarda çürükler, süt dişlerinde ve daimi birinci molar dişlerde yaygın olarak rastlanan bir ağız diş sağlığı sorunudur. Bu çürüklerin tedavisinde, geleneksel restorasyon yöntemlerinin yanı sıra diş yüzeylerini tamamen kaplayan paslanmaz çelik kronlar da sıklıkla kullanılmaktadır. Yaygın olarak kullanılan bu kronların klinik performansları ve başarılarını gösteren çalışmalar klinisyenler için yol gösterici olmaktadır. Bu gözlemsel çalışmaya Ege Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Pedodonti Anabilim Dalı Kliniği'nde süt ve daimi birinci molar dişlerine prefabrik paslanmaz çelik kron (PÇK) uygulanmış 198 adet çocuk hasta dahil edilmiştir. Bu hastalara geçmişte uygulanmış olan toplam 260 adet paslanmaz çelik kron ve ilgili dişin klinik durumu, belirlenen klinik değerlendirme kriterlerine göre incelenmiştir. PÇK uygulanan dişlerin ve kontrol olarak alınan sağlıklı ve PÇK/dolgu uygulanmamış dişlerin periodontal sağlık durumlarını değerlendirmek üzere Sillness&Löe Plak İndeksi, Löe&Silness Gingival İndeksi kullanılmış, periodontal cep derinlikleri periodontal sond ile ölçülerek kaydedilmiştir. Klinik değerlendirmeler sonucu paslanmaz çelik kronların başarı durumları başarı kriterleri esas alınarak belirlenmiş ve oluşturulan memnuniyet anketine göre çocuk hasta ile ebeveynlerinin memnuniyetlerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Klinik değerlendirmeler sonucu elde edilen verilerin istatistiksel analizinde, SPSS 25.0 paket programı kullanılmıştır. Kategorik ölçümler sayı ve yüzde olarak, sürekli ölçümlerse ortalama ve standart sapma, gerekli yerlerde ortanca ve minimum-maksimum olarak belirlenmiştir. Kategorik değişkenlerin karşılaştırılmasında Ki Kare ve Fisher testi kullanılmıştır. Gruplar arasında sürekli ölçümlerin karşılaştırılmasında dağılımlar Kolmogrov Smirnov ve Shapiro Wilks testi ile kontrol edilmiştir; normal dağılım gösteren değişkenler için Bağımsız grup T testi, normal dağılım göstermeyen değişkenler için ise Mann Whitney U ve ikiden fazla grup karşılaştırılmasında Kruskal Wallis testi kullanılmıştır. PÇK uygulanan dişlerin ve kontrol grubu dişlerin periodontal durumlarının karşılaştırılmasında ise Wilcoxon testi kullanılmıştır. Sonuçlar %95 güven aralığı ve 0,05 istatistiksel önem düzeyinde değerlendirilmiştir. Yapılan istatistiksel analizler sonucunda; paslanmaz çelik kronların retansiyonlarının %92,97 oranında, klinik başarılarının ise %93,08 oranında ve oldukça yüksek oldukları tespit edilmiştir. Gingival indeks, plak indeksi ve sondalama derinliği ölçümlerinde PÇK yapılan dişler ile kontrol grubu dişlerin ölçümlerinin sonuçlarına göre, PÇK yapılan dişlerde plak indeksi değerlerinin kontrol diş değerlerine göre daha fazla olduğu fakat aralarındaki ilişkinin anlamlı olmadığı tespit edilmiştir (p>0,05). Paslanmaz çelik kron uygulanan dişlerin gingival indeks ve sondalama derinliklerinin kontrol grubu dişlere göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek olduğu saptanmıştır (p<0,05). Ebeveyn ve hasta memnuniyet sonuçlarının başarı ile uyumlu olarak yüksek olduğu belirlenmiştir. Paslanmaz çelik kronun estetik memnuniyetinin ise düşük olduğu görülmüştür. Renk açısından ebeveyn memnuniyetlerinin iyi olmadığı; fakat genel ebeveyn memnuniyet puanın ise oldukça yüksek olduğu gözlenmiştir. Sonuç olarak bu çalışmada, çocuk diş hekimliğinde kullanımı oldukça yaygın olan paslanmaz çelik kronların klinik performanslarının oldukça yüksek olduğu tespit edilmiştir. Estetik açıdan memnuniyeti karşılayamamasına karşın, genel memnuniyetin ve klinik başarının oldukça yüksek olması; yaygın kullanımının devam etmesi açısından önem arz etmektedir.Öğe 6-12 yaş çocuklardan alınan anterior periapikal filmlerin radyografik ve diyagnostik açıdan retrospektif olarak değerlendirilmesi(Ege Üniversitesi, 2023) Mendi Yıldırım, Beril; Eden, EceDoğru ve güvenilir bir teşhisle dental radyografilerin kalitesi birbiriyle yakın ilişkilidir. Bu çalışmanın amacı 6-12 yaş arası hastaların daimî anterior dişlerinden alınan periapikal radyografilerin radyolojik kalitelerinin değerlendirilmesi, tespit edilen diyagnostik bulguların raporlanması ve pandemi sürecinin bunlara etkisinin incelenmesidir. Bu çalışmada 597 çocuk hastaya ait 1069 anterior dijital periapikal radyografi etik kurul onayı alındıktan sonra retrospektif olarak değerlendirildi. Araştırmacı iç güvenirliğinin belirlenmesi için ilk periapikal filmden başlayarak her on filmin ilkini işaretleyerek seçilmiş (yaklaşık %10) 107 radyografi ilk değerlendirmeden 2 hafta sonra tekrar değerlendirildi ve yapılan kappa analizinde diyagnostik açıdan kabul edilebilirlik bakımından iki değerlendirme arasında neredeyse mükemmel derecede uyum tespit edildi (kappa=0,966). İncelenen 1069 filmin 945'inin (%88,4) pandemi haricinde, 124'ünün (% 11,6) pandemi sırasında alındığı saptandı. Pandemi sürecindeki hastaların yaş ortalamasının (9,62±1,69) ile pandemi haricindekilere (10±1,73) göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha düşük olduğu saptandı. Pandemi haricinde 10 yaş ve üzeri hastalardan, pandemi sürecindeyse 10 yaş altı hastalardan anlamlı düzeyde daha fazla film alındığı görüldü (p=0,008). İncelenen filmlerin %26,9'unda hata varlığı saptanırken filmlerin tekrarlanma oranı %10,3 olarak bulundu. Pandeminin filmlerdeki hata varlığına ve tekrar oranlarına istatistiksel olarak anlamlı etkisi saptanmadı. İncelenen filmlerde en çok sırasıyla fosfor plakta hasar varlığı (%55,2) saptanırken bunu pozisyonlandırma hatalarına bağlı dişin tamamının filmde görülmemesi (%18,5), filmin uygun dikey açılamayla çekilmemesi (%10,6) ve ışınlama parametrelerine bağlı hatalardan dolayı kontrastın uygun olmaması (%10,5) takip etti. Tekrarlanan filmlerde fosfor plakta hasar varlığından (%67,3) sonra en çok apeks eksikliği (%39,1) daha sonra kesici kenar eksikliği (%31,8) tespit edildi. Diyagnostik açıdan kabul edilemez filmlerde hasarlı fosfor plakların oranı pandemi haricinde (%64,7) pandemi sürecindeki filmlere göre (%37,5) anlamlı düzeyde daha fazla olduğu görüldü. Görüntüde kesici kenar eksikliği pandemi haricinde (%53,2) pandemi dönemine (%18,8) göre anlamlı düzeyde fazla görüldü. Öte yandan apeks eksikliği oranı pandemi döneminde (%81,3) pandemi haricine (%40,4) göre anlamlı düzeyde yüksek bulundu. Üst çeneden 1016 film alınırken alt çeneden yalnızca 53 film alındığı tespit edildi. Santral dişlerde en fazla görülen bulgunun değişen oranlarla dental travma olduğu görüldü. Üst lateral dişlerde ise en fazla çürük bulgusu saptandı. Alt lateral dişler ve kaninlerle ilgili yeterli veriye ulaşılamadı. Pandemi hariciyle pandemi süreci arasında dental bulguların filmlerde görülme oranları bakımından çoğunlukla anlamlı farklılık görülmedi. Hastaların %8,2'sinde meziodens varlığı tespit edildi. Hastalar 10 yaş altı ve üzeri olarak gruplandığında hastaların yaşının periapikal filmlerin diyagnostik kalitesine ve radyografi hatalarına etkisi istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı. 11,12,21,22 ve 41 nolu dişlerde 10 yaş üzerinde 10 yaş altına göre çürük bulgusu anlamlı düzeyde daha fazla görüldü (p<0,05). Sonuç olarak incelenen tüm filmlerin %83,9'u diyagnostik olarak kabul edilebilir bulunurken bu oran pandemi haricinde %83,49 ve pandemi döneminde %87 olarak saptandı. Buna göre diyagnostik kabul oranı pandemi döneminde istatistiksel olarak anlamlı olmamakla birlikte bir miktar yüksek bulunsa da bu oranlar literatürde önerilen başarı hedefinden düşüktür. Fosfor plakların hasar açısından belli aralıklarla kontrol edilmesi ve dayanıklığını artırıcı önlemler uygulanarak kullanılması, paralel teknik ve film tutucuların yaygınlaştırılması, röntgen teknisyenlerinin çocuk hastalarla çalışma konusunda eğitilmesi ve hastalara daha fazla zaman ayrılabilmesiyle radyografilerin diyagnostik kaliteleri arttırılabilir. Gelecekte yürütülecek radyografik kalite denetim çalışmalarıyla karşılaştırılabilmesi açısından çalışmamızın bulguları bir referans değeri taşımaktadır.Öğe Süt çocuğunun geçici hipogamaglobulinemisi tanılı hastalarda klinik ve laboratuvar bulguların retrospektif değerlendirilmesi(Ege Üniversitesi, 2023) Çetiner, Günce; Karaca, NeslihanGİRİŞ: Sütçocuğunun geçici hipogamaglobulinemisi (SÇGH), 3-6 aylık bebeklerde beklenen fizyolojik hipogammaglobulinemi döneminin uzaması olarak kabul edilir. Bu olgularda, serum IgG düzeyi yaşa göre ortalamanın 2 standart sapma değerinin altındadır. Daha sonra Ig düzeyleri yükselir ve genelde yaşamın 30.- 40. aylarında normal değere ulaşır. Ender olarak profilaktik antibiyotik tedavisine yeterli yanıt vermeyen ve şiddetli enfeksiyon geçiren olgulara intravenöz immunoglobulin (İVİG) replasman tedavisi verilebilir. MATERYAL METOD: Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk İmmunoloji polikliniğine en az süre ile 12 ay takibi olan ve en az 3 kez düzenli izleme gelmiş olan SÇGH tanılı, 0-18 yaş aralığında, ek immun yetmezlik tanısı ve kromozom anomalisi olmayan hastaların kayıtları verileri restrospektif olarak incelenmiştir. BULGULAR: Araştırma grubunun yaklaşık üçte biri kızdır. Araştırma grubunun %12,2'sinde anne babasında akrabalık, %6,2'sinde aile öyküsü vardır. Hastaların başvuru yaşı ortalama 22,1±12,5, semptom yaşı ise ortalama 13,6±11,9 aydır. Bu sürede izlem süresi 48,4±33,8 ay olurken, düzelme yaşı 56,2±32,3 ay olduğu görülmüştür. Kreş/okul yaşı 46,8±18,1 bulunmuştur. Araştırma grubunun yarısından fazlasında solunum yolu enfeksiyonları görülmüş, 18,2'sinde tekrarlayan bronşiolit gözlenmiştir. En sık görülen enfeksiyon tipi %43,6 ile ÜSYE, %30,6 ile bronşiolit olmuştur. En az ise %0,8 ile abse olmuştur. Yıllık enfeksiyon sayısı 4,7±1,9 görülmüştür. Hastaların okula giden kardeş sayıları incelendiğinde ortalama 0,6±0,7 bulunmuştur. Araştırma grubunun %2,1'inde otoimmünite gözlenmiş olup %12,7'sinde atopi mevcuttur. Hastaların izlem boyunca %5,7'sinde adenotonsillektomi gözlenmiş olup %9,35'inde nötropeni mevcuttur. Adenotonsillektomi yaşı ortalama 56,1±19,6 olduğu görülmüştür. Araştırma grubunun dörtte birinin ağırlığı 25-50 percentil arasında, %20,8'inin boyu 75-90 percentil arasındadır. <3 percentil kilo ve boy yüzdeleri sırasıyla %2,1 ve %1,6 dır. IVIG verilen olgular arasında IVIG başlangıç yaşı 21,5 ay görülmüş olup kesilme yaşı 46,1 aydır. Tamamlayıcı ilaç kullananların %36,4 ile OM-85- BV oluşturmaktadır. IVIG alanlarda antibiyotik proflaksisi alan daha az iken tamamlayıcı ilaç kullanımı daha fazla olduğu görülmüştür. Anti HBS %87,1, anti CMV %63,3, anti Hib %97,8 ve anti tetanoz %97,6 oranında pozitif saptanmıştır. Anti-kızamık, kızamıkçık ve kabakulak IgG yanıtları ise %81,5, %90,6 ve %90,5 oranındadır. İlk başvuru anında bakılan immunglobulin değerleri daha düşük olanlarda IVIG alma oranı daha yüksek bulunmuştur. Lenfosit alt gruplarının değerlendirilmesinde tüm grupta ortalama değer CD3 yüzdesi 66±6,98, CD19 yüzdesi 21±6,7, CD4 yüzdesi 40,7±7,65, CD8 yüzdesi 21,9±5,7, NK yüzdesi 7,6±4,04, CD3HLADR yüzdesi 5,27±3,16 oranında bulunmuştur. Araştırma grubunun düzelme yaşı ile ilk başvuru anındaki önemli laboratuvar parametreleri ile korelasyon analizi incelenmiş olup BKH, IgM, IgE, Spesifik IgE, CD3, CD4, CD19, NK, CD3HLADR, CD1927, CD1927MDCSR arasında anlamlı ilişki saptanmamıştır. Mutlak lenfosit sayısı, trombosit sayısı ile düzelme yaşı arasında ters korelasyon saptanmıştır. Mutlak nötrofil sayısı, hemoglobin, immunglobulin G, immunglobulin A ve CD8 yüzdesi ile düzelme yaşı arasında pozitif korelasyon saptanmıştır. Olguların genellikle 13-24 ay aralığında başvuru oranının daha yüksek olduğu görülmüş ve başvuru anındaki IgG değeri 456 ± 85 mg/dl olarak hesaplanmıştır. 6-8 ay arasında ve 36 ayın üstünde başvuru oranının daha az olduğu saptanmıştır. Tüm yaş gruplarında IVIG alan hastaların başvurusu anında ki IgG değerlerinin daha düşük olduğu görülmüştür. Hastaların başvuru anındaki IgM ve IgA değerleri düşük normal ve yüksek olarak gruplandırılmıştır. Hastalardan 115 (%29,9) 'inin tanı anında İmmunglobulin M değerinin düşük olduğu, 169 (%43,9) hastanında İmmunglobulin A değerinin düşük olduğu saptanmıştır. Ancak hastaların çoğunluğunun başvuru esnasında IgA ve IgM değerlerinin normal olduğu görülmüştür. Araştırma grubunun başvuru esnasında IgA ve IgM değerleri düşük olsa da bu durum IVIG alma oranlarını etkilememiş olup çoğu IVIG almamıştır. Olguların 361 (%93,8) 'i SÇGH tanısı almış olsada 11 (%2,9) hasta undefined hipogammaglobunemi, 6 (%1,6) hasta selektif IgM eksikliği, 5 (%1,3) hasta parsiyel IgA eksikliği tanısı almıştır. 2 (%0,5) hasta halen daha SÇGH ön tanısı ile izlemine devam edilmektedir. Hastaların toplamda 53'ü (%13,8) farklı ek tanılara sahip iken bunların çoğunluğunu 31 (%8,1) hasta ile reaktif hava yolu hastalığı ve 8 (%2,1) hasta ile FMF oluşturmaktadır. Geri kalanları ise 7 (%1,8) inek sütü protein alerjisi, 2 (%0,5) bronşiolitis obliterans, 2 (%0,5) çoklu besin alerjisi, 1 (%0,3) büyüme hormonu eksikliği, 1 (%0,3) puberte prekoks, 1 (%0,3) atipik HÜS oluşturmaktadır. Tüm hastalar incelendiğinde ise büyük çoğunluğunda düzelme görüldüğü ve bunların IVIG almadan düzelme sağlandığı saptanmıştır. SONUÇ: Süt çocuğu geçici hipogammaglobulinemisi restrospektif bir tanıdır. Hastaların birçoğu çalışmamızda da görüldüğü gibi tedavi almadan iyileşebilmektedir. Nadiren proflaktik antibiyotik kullanımı ve intravenöz immunglobulin tedavisi gerektirmektedir. Hastaların izlem süresi boyunca immungloblin düzeyleri normale dönmeyerek ek immün yetmezlik tanıları alabilir. Bu nedenle uzun süreli izlem önerilir.Öğe Antihiperlipidemik ilaç kullanan hastalarda dişlerin ve yapılmış endodontik tedavilerin incelenmesi(Ege Üniversitesi, 2023) Gültekin, Taha; Türk Somer, Berivan TuğbaAmaç: Bu çalışmanın amacı Ege Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi'ne Ocak 2015-Aralık 2021 tarihleri arasında başvurmuş antihiperlipidemik ilaç kullanan ve kullanmayan hastaların, tüm dişlerinin ve varsa yapılmış olan kanal tedavili dişlerin radyolojik olarak incelenmesidir. Gereç ve Yöntem: Toplamda 1200 antihiperlipidemik ilaç kullanan hasta, 1200 antihiperlipidemik ilaç kullanmayan hasta radyografları incelenmiştir. Panoramik ve periapikal radyografileri incelenen grupların kök kanal dolum seviyesi, alet kırığı, perforasyon, pulpa taşı varlığı, pulpa kalsifikasyonu varlığı, restorasyonlu diş sayısı, eksik diş sayısı, sosyodemografik verileriyle beraber incelendi ve kayıt edildi. Gruplar arasındaki ilişkinin istatistiksel değerlendirmesi IBM SPSS Statistics Version 25 (IBM©Corp., Armonk, NY, USA) bilgisayar programında pearson ki-kare testi kullanılarak yapıldı (p= 0,05). Kök kanal dolum seviyesi, alet kırığı ve perforasyon varlığı, pulpa taşı ve pulpa kalsifikasyonu varlığı verilerinde 2 gözlemci arasındaki uyuma Kappa testi ile bakıldı ve çalışma sonrası güç analizi (post-hoc) yapıldı. Bulgular: İlaç kullanan 1200 tane hastanın 187 tanesi, ilaç kullanmayan hastaların da 155 tanesi radyografi kalitesinin yetersiz olması sebebiyle değerlendirme dışı bırakılmıştır. 1013 tane hastada toplam 1479 dişte kanal tedavisi vardı. 1045 tane hastada toplam 1536 dişte kanal tedavisi vardı. Çalışmada antihiperlipidemik ilaç kullanan hastalarda yapılmış olan 1479 kanal tedavili dişte ideal dolum seviyesi oranı %75,9 olarak bulunurken, antihiperlipidemik ilaç kullanmayan hastalardaki 1536 kanal tedavili dişte bu oran %88'di. İki grup arasında anlamlı fark vardı (p<0,05). Antihiperlipidemik ilaç kullanan hastalarda röntgende görülebilen alet kırığı oranı %3,3, perforasyon varlığı oranı %1,3 iken antihiperlipidemik ilaç kullanmayan grupta alet kırığı oranı %2,8, perforasyon oranı %1,1'dir. Alet kırığı varlığı ve perforasyon varlığı değerlendirilmesinde iki grup arasında anlamlı fark bulunamadı (p>0,05). Antihiperlipidemik ilaç kullanan grupta pulpa taşı varlığı oranı %8,1, pulpa kalsifikasyonu oranı %32,2'dir. Antihiperlipidemik ilaç kullanmayan grupta ise pulpa taşı varlığı oranı %1,3, pulpa kalsifikasyonu oranı %16'dır. İki grup arasında fark anlamlıdır (p<0,05). Restorasyonlu diş sayısı oranı ilaç kullanan grupta %38 iken ilaç kullanmayan grupta %35,6'dır. İki grup arasında anlamlı fark yoktu (p>0,05). Antihiperlipidemik ilaç kullanan grupta, eksik diş sayısı ilaç kullanmayan gruba göre anlamlı olarak fazla idi (p<0,05). Sonuç: Ege Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesine başvuran, antihiperlipidemik ilaç kullanan ve kullanmayan hastalara yapılmış olan kanal tedavilerinde kök kanal dolgusunun apikal bitim noktası ile radyografik apeks arasındaki mesafe açısından anlamlı farklar bulundu. Antihiperlipidemik ilaç kullanan hastalarda kök kanalında kalsifikasyon ve pulpa taşı görülme oranı yüksek bulundu. Antihiperlipidemik ilaç kullanan hastaların endodontik tedavileri sırasında, bu ilaçların odontoblastik aktiviteyi artırma olasılığı ve bu durumun klinik yansımaları açısından dikkatli olunmalıdır.Öğe Tıpta uzmanlık öğrencilerinin hekim hakları ile ilgili bilgi düzeylerinin değerlendirilmesi(Ege Üniversitesi, 2022) Can Temürkol, Selen; Kaya, AhsenAmaç: Bu çalışma ile; Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi tıpta uzmanlık programlarında eğitim alan uzmanlık öğrencilerinin hekim hakları konusundaki bilgi düzeylerinin ilişkili faktörlerle birlikte belirlenmesi, mezuniyet öncesi veya sonrası dönemde hekim hakları eğitimine yönelik önerilerde bulunulması amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Ekim 2020-Ekim 2021 tarihleri arasında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde görevli 278 uzmanlık öğrencisine yüz yüze ve online ortamda anket uygulandı. Güncel yasal mevzuat, etik düzenlemeler ve hekim sorunları incelenerek oluşturulmuş anket formu ile; hekimlerin sosyodemografik özellikleri, mesleki özellikleri, hasta hakları ile hekim hakları konusundaki eğitim ve bilgi düzeyleri, hekim-hasta ilişkisi, uzmanlık eğitimi konulu haklarına ve özlük haklarına ilişkin görüşleri, hak ihlali deneyimleri, hekimlerin güncel sorunları değerlendirildi. 276 anket değerlendirmeye alındı. Veriler, IBM SPSS 24.0 Statistics Programı ile analiz edildi. Tanımlayıcı analizler; frekans, ortalama, standart sapma, min-max değerleri ile belirtildi. Çözümleyici analizlerde Ki-kare testi uygulandı. İstatistiksel anlamlılık düzeyi p<0,05 olarak belirlendi. Bulgular: Araştırma grubunun %51,8'i erkek ve yaş ortalaması 28,24±2,76'ydı. Katılımcıların %88'i (n=243) 2015-2021 yılları arasında tıp fakültesi eğitimlerini tamamladıklarını bildirdi. Mesleki deneyim süresi ortalaması 3,32±2,37 yıldı. Tıp fakültesinde hekim hakları eğitimi alma oranı (%72,1), uzmanlık eğitimi dönemine göre (%29,7) daha fazlaydı. Tıp fakültesinde ve uzmanlık eğitimleri sırasında hekim hakları konusunda eğitim alan katılımcıların yaklaşık 4/5'i aldıkları eğitimin yetersiz olduğunu düşünüyordu. Uzmanlık öğrencilerinin %87'si hekim hakları konusundaki bilgisini "az" ve "orta" düzey olarak değerlendirdi. Hekim hakları konusunda bilgi düzeylerini "az" olarak değerlendirenler daha çok mesleki deneyim süresi ?3 yıl olanlardı (p=0,021). Hekim hakları bilgi düzeyi "orta/yeterli" olan uzmanlık öğrencileri; daha çok hekim hakları veya hasta hakları eğitimi almış olanlardı (p<0,05). Katılımcıların %95,2'si sözel/fiziksel şiddete uğraması durumunda hizmetten çekilme hakkı olduğunu biliyordu. Mesleki etik kapsamındaki soruların doğru yanıtlanma oranı düşüktü. Katılımcıların %44,7'sinin "tanıklıktan çekinme hakkı"nı, %28,3'ünün "kelepçesiz muayene yapmayı isteme hakkı"nı, %60,7'sinin "reklam yapma yasağı"nı, %55,3'ünün "hediye alma yasağı"nı bilmediği tespit edildi. Tıbbi kötü uygulamaya ilişkin mali sorumluluk sigortası yaptırmanın zorunlu olduğunu bilmeyenlerin oranı %58,6 olarak saptanırken, uzmanlık alanı risk grubu düzeyi arttıkça bilme oranının azaldığı görüldü (p<0,001). Katılımcıların %69,2'si hekim hakkı ihlaline tanık olduğunu belirtti. Mesleki deneyim süresinin, günlük hasta sayısının, günlük çalışma saatinin daha fazla olması ve nöbet tutma durumu; hekim hakkı ihlali tanıklığı ile ilişkilendirildi (p<0,05). Uzmanlık öğrencileri; en sık çalışma koşulları (%90,5), maaş (%89,5), hasta-hekim ilişkileri (%86,9) konusundaki hekim haklarında sorun olduğunu düşünmekteydi. Yabancı uyruklu kadrosunda görev yapan katılımcıların sosyal güvenlik haklarında sorun olduğunu düşünme oranı daha yüksekti (p=0,025). Sonuç: Tıpta uzmanlık öğrencilerinin, hekim hakları konusundaki bilgi düzeyleri üzerine öz değerlendirmeleri; bu konuda kendilerini eksik bulduklarını ve eğitime ihtiyaç duyduklarını göstermektedir. Bu nedenle hem tıp fakültesi hem de uzmanlık eğitim programlarında hekim hakları konusuna daha fazla zaman ve kaynak ayrılması gerekmektedir. Hekim haklarının teorik ve pratik yönünü; hukuk, tıp etiği, sağlık yönetimi gibi farklı disiplinler açısından ilişkilendiren ve bütünleştiren eğitim modelleri geliştirilmelidir. Uzmanlık öğrencilerinin, çalışma koşulları başta olmak üzere tanımladıkları güncel hekim sorunları; ülkemizde, hekim haklarının korunması ve geliştirilmesi konusunda uygulanabilir yasal düzenlemelere ihtiyaç olduğuna işaret etmektedir. Anahtar Sözcükler: Hekim hakları; tıp eğitimi; tıpta uzmanlık; sağlık hukuku.Öğe Otizm spektrum bozukluğu tanılı olgularda internet bağımlılığı ve zorbalık ile ilişkili faktörlerin incelenmesi(Ege Üniversitesi, 2023) Erkan İdris, Zeynep Gökçe; Köse, SezenGiriş: Otizm spektrum bozukluğu (OSB) olan bireylerdeki iletişim ve sosyal etkileşimdeki yetersizlikler, yineleyici davranışlara yatkınlık gibi özelliklerin internet kullanımına yönelinmesinde etkili olabileceği ve genel popülasyonda tahmin edilenden daha yüksek internet bağımlılığı prevalansı bildirilmektedir. Sosyal etkileşim ve iletişim güçlükleri aynı zamanda akran zorbalığı riskini de arttırmaktadır. Amaç: Çalışmamızda OSB tanılı olgularda internet kullanım özellikleri, interneti kullanım amaçları, internet bağımlılığı düzeyleri, akran ve siber zorbalık ile ilişkili faktörlerin incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmamıza Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı polikliniklerinde OSB tanısı ile takip edilen, 11-18 yaş arası 55 olgu ve hastane çalışanlarının psikopatolojisi olmayan çocuklarından oluşan 55 olgu dahil edilmiştir. Psikiyatrik değerlendirme "Okul Çağı Çocukları İçin Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi–Şimdi ve Yaşam Boyu Versiyonu–DSM–5 Kasım 2016 –Türkçe Uyarlaması" ile yapılmıştır. Olgular tarafından; Young İnternet Bağımlılığı Ölçeği (YİBÖ), Yenilenmiş Siber Zorbalık Envanteri-II, Akran Zorbalığını Belirleme Ölçeği (AZBÖ), Akran Zorbalığı Kurbanlarını Belirleme Ölçeği (AZKBÖ), Çocukluk Çağı Depresyon Ölçeği (ÇDÖ), Çocukluk Çağı Anksiyete Tarama Ölçeği (ÇATÖ) doldurulmuştur. Çocukluk Çağı Anksiyete Tarama Ölçeği-Ebeveyn Formu (ÇATÖ), Otizm Spektrum Tarama Ölçeği (OSTÖ-TR), Tekrarlayıcı Davranışlar Ölçeği-TEDÖ-R-TV ve Otizm Sosyal Beceriler Profili Türkçe Formu (OSBP-T) ebeveynler tarafından doldurulmuştur. Bulgular: OSB grubunda 11-18 yaş arası 8 kız olgu (%14,5) ve 47 erkek olgu (%85,5) olmak üzere toplam 55 olgu alınmıştır. Kontrol grubunda ise 33 kız olgu (%60) ve 22 erkek olgu (%40) alınmıştır. OSB grubunun psikiyatrik eş tanı oranı %85.5; en sık eşlik eden tanı ise dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB; %70,9) saptanmıştır. OSB grubunun olası internet bağımlılığı %29,1 (n=16) ve patolojik internet kullanımı %1,8 (n=1), kontrol grubunun olası internet bağımlılığı %18,2 (n=10) ve patolojik internet kullanımı %5,5 (n=3) saptanmıştır. OSB grubunda ÇDÖ ve ÇATÖ-Ebeveyn Formu ile YİBÖ puanları arasında pozitif ilişki saptanmıştır (p=0,007, p=0,044). OSB grubu sırasıyla video izleme, oyun oynama, ödev yapma, sosyal medya kullanma, arkadaşları ile haberleşme amacıyla interneti kullanırken; kontrol grubunun ise en sık video izlediği sonrasında sırasıyla sosyal medya kullanımı, arkadaşlarıyla haberleşme, oyun oynama ve ödev yapma amacıyla interneti kullandığı belirlenmiştir. OSB grubunun %57,4'ü (n=31) internette en sık oyun videoları izlediğini; kontrol grubunun ise %66'sı (n=35) en fazla komedi videoları izlediğini belirtmiştir. OSB grubunun siber zorbalık yapma (p=0,01) ve mağduriyete uğrama (p=0,021) ile akran zorbalığı yapma (p=0,005) ve akran zorbalığı kurbanı olma (p<0,001) puanları kontrol grubundan daha yüksek saptanmıştır. OSB grubunun kendi içerisinde siber zorbalık ve siber mağduriyet puanları arasında ise anlamlı bir farklılık saptanmazken (p=0,829); akran zorbalığı kurbanı olma puanları, akran zorbalığı yapma puanlarından anlamlı düzeyde daha yüksek saptanmıştır (p<0,001). Sonuç: OSB ve kontrol grubu arasında İB farkı saptanmazken, OSB grubu interneti en sık video oyunları oynamak için kullanırken kontrol grubu ise komedi videoları izlemek ve sosyal iletişim amaçlı kullanmaktadır. OSB grubu internet ortamında hem siber zorbalık yapmakta hem de zorbalığa maruz kalarak mağduriyet yaşamaktadır. Aynı durum akran zorbalığı için de saptanmıştır. Çalışmamızın sonuçlarının, OSB tanılı ergenlerin akran ilişkileri gibi güçlük yaşadıkları alanlarla ilgili gerekli düzenlemelerin yapılmasına ve daha etkili koruyucu yöntemler geliştirilmesine katkıda bulunacağı düşünülmektedir.Öğe EÜTF çocuk metabolizma-beslenme bilim dalında mukopolisakkarridoz tanısı ile izlenen olguların epidemiyolojik açıdan değerlendirilmesi(Ege Üniversitesi, 2023) Seyyar, Ceren Hande; Çoker, MahmutGiriş: Mukopolisakkaridozlar (MPS), glikozaminoglikanların yıkımı için gerekli olan enzimlerin eksikliğine bağlı olarak biriken; kondroitin sülfat, dermatan sülfat, heparan sülfat, keratan sülfat ve hyaluronik asitin hücre, doku ve organ düzeyinde hasara neden olması ile oluşur. 7 tipi vardır. MPS II, X'e bağlı diğer tipleri otozomal resesif kalıtım gösterir. Klinik biriken glikozaminoglikan tipi ve miktarına göre farklılık gösterir. Tanı; idrarda GAG analizi ve hücresel enzim aktivitesinin ölçümü ve moleküler çalışmalar ile konur. Tedavi; etkilenen organa göre destek tedavisi yanı sıra eksik enzimi yerine koyma [enzim replasman tedavisi], hematopoetik kök hücre nakli, substrat redüksiyon ve gen tedavisidir. Nadir görülen ve kimi zaman tanısı geciken bu hastalık grubunun tanı ve tedaviye ulaşım sürecini paylaşmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: MPS tanısı ile Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Metabolizma ve Beslenme Bilim Dalı'nda takipli olguların; sosyodemografik (cinsiyeti, yaş, soygeçmiş bilgileri) ve tüm tıbbi verilerini (ilk yakınmaları ve yaş, başvuru yakınmaları ve başvuru yaşı, başvuru sonrası izlemleri, tanı alma süreçleri ve yöntemleri, aldıkları spesifik tedaviler ve izlem süresi) kaydedildi. Bulgular: Olguların % 48.8'i kız, % 51.2'si erkekti. Olguların bölgelere göre dağılımı % 77.5 Ege, % 11.4 Marmara, % 6.4 Doğu Anadolu, % 3.8 Güneydoğu Anadolu ve % 1.3 İç Anadolu Bölgesi'ydi. % 60' ın akraba evliliği olduğu görüldü. Kardeşi olan olguların % 81'inde aynı tanı mevcuttu. Hekime başvuru ortanca yaş 2.1 (0-16.2) ve ortanca tanı yaşı 4 (0.2-19.4) yaştı. Hastaların fizik muayenesinde en sık bulgu kaba yüz görünümü, iskelet deformiteleri, hepatosplenomegali ve büyüme geriliğiydi. Anamnez ve fizik muayene bulguları ile % 36.3 olgunun ön tanısı mukopolisakkaridozdu. Yapılan enzimatik ve genetik analizlerle olguların % 31.3'ü MPS IVA, % 23.8'i MPS II, % 13.8'i MPS IIIB, % 12.5'i MPS VI, % 8.8'i MPS I, % 7.5'i MPS IIIA ve % 2.5'i MPS IIIC tanısı aldı. Seçilen tedavi yöntemi % 57.5 (n=46) olguda enzim replasman tedavisi (ERT), % 1.3 (n=1) olguda hematopoetik kök hücre nakli, % 38.8 (n=31) olguda semptomatik tedavi ve izlem oldu. Tedavi süresi ortalama 102.2 aydı (± 66.4??????). İzlem süresi ortalama 110.6 aydı (± 61.3??????). Sonuç: Klinik heterojen olan bu hastalık grubu için tanımlayıcı özellikte olan çalışmamız yapılan farklı çalışmaların da bir arada derlenmesini sağladı. Ülkemiz gibi yenidoğan tarama programlarına dahil olmayan ülkelerde tanı yaşının daha ileri olduğu görüldü. Yapılan çalışmalar incelendiğinde ERT ve HSCT için birçok çalışma yapıldığı ancak gen tedavisi ve substrat redüksiyon tedavisi için çalışmaların yetersiz olduğu görüldü. Hastalığın patofizyolojisine yönelik olan gen tedavisi gelecek için umut kaynağı olup bu alanda çalışmaların artırılması gerekmektedir. Nadir görülen bu hastalık grubu için yeni tedavi seçenekleri halen popüler bir konu iken; olguların anamnez, fizik muayene ipuçları ile tanısal süreç için yönlendirilmeleri ve bu hastalık grubunun yenidoğan tarama programlarına eklenmesi, hastaların erken dönemde tedaviye ulaşımını sağlayarak morbidite ve mortaliteyi azaltılmasında önemlidir.Öğe Sağlık çalışanlarında meningokok aşılaması öncesi ve sonrası antikor yanıtlarının değerlendirilmesi ve meningokok taşıyıcılık oranlarının saptanması(Ege Üniversitesi, 2022) Başkol Elik, Dilşah; Taşbakan, MeltemGiriş ve Amaç: Meningokoklar, insan nazofarenksinde hastalığa neden olmadan taşınabilirler. Sağlık bakımı hizmeti veren kişilerdeki meningokok taşıyıcılığı oranları bilinmemektedir. Meningokok aşısı, belirli risk gruplarına yapılması önerilmektedir. Sağlık bakımı hizmeti veren kişiler birçok ülkede riskli grup içinde yer almamaktadır. Bu çalışmada birincil amaç; üçüncü basamak bir üniversite hastanesinde çalışmakta olan hekimlerde, nazofarengeal meningokok taşıyıcılık oranlarının araştırılmasıdır. Çalışmaya katılan hekimlere tek doz Men-ACWY-DT aşısı uygulanmıştır. İkincil amaç, aşı öncesi ve 30 gün sonrasındaki antikor yanıtlarının araştırılması ve taşıyıcılık saptananlarda aşı sonra altıncı ayda dekolonizasyonun değerlendirilmesi olarak belirlenmiştir. Gereç ve Yöntem: Çalışma tek merkezli ve prospektif bir klinik çalışma olarak tasarlanmıştır. Üçüncü basamak bir üniversite hastanesinde meningokokal hastalığa sahip hasta ile karşılaşma ihtimali yüksek olan birimlerde çalışmakta olan hekimler çalışma grubunu oluşturmuştur. Dahil edilen kişilerin demografik verileri, meningokokal hastalık ile karşılaşma ve profilaksi alma durumları olgu takip formuna kaydedilmiştir. Meningokok taşıyıcılığını değerlendirmek üzere aşılama öncesi nazofarengeal sürüntü kültürleri alınmıştır. Uygun ekim ve enkübasyon sonrası kültürler üçüncü günde değerlendirilmiştir. Değerlendirme gününde katılımcılara bir doz Men-ACWY-DT aşısı uygulanmıştır. Aşılar yapılmadan öncesinde ve aşılar yapıldıktan sonraki 30. günde serum örnekleri alınmıştır. Saklanan serumlardaki antikor titrasyonları ELISA yöntemi ile 45. günde çalışılmıştır. İlk vizitte alınan nazofarengeal sürüntü örneğinde meningokok taşıyıcılığı saptanması durumunda aşı sonrası altıncı ayda dekolonizasyon açısından değerlendirmek üzere nazofarengeal sürüntü örneğinin tekrarlanması planlanmıştır. Bulgular: Çalışmaya, Kasım 2020- Mayıs 2021 tarihleri arasında 120 hekim alınmıştır. Katılımcıların 20'si takip vizitine başvurmadığı için verileri değerlendirilmemiştir. Değerlendirilen hekimlerin 52'sinin kadın (%52) ve yaş ortalamasının 28,28 ± 4,45 (min:24 ,maks:49) olduğu görülmüştür. Katılımcıların çoğunluğunu acil serviste (%45) çalışan hekimler oluşturmuştur. Bunu enfeksiyon hastalıkları (%14) ve iç hastalıkları (%11) kliniklerinde çalışan hekimler izlemiştir. Hekimlerin 58'i en az bir kez meningokok riskli teması olduğunu ve 53'ü (%91,4) temas nedeniyle en az bir kez profilaktik antibiyotik kullandığını belirtmiştir. Katılımcıların hiçbirinin nazofarengeal sürüntü kültüründe Neisseria meningitidis üremesi saptanmamıştır. Men-ACWY-DT aşısı öncesinde alınan serum örneklerinde katılımcıların üçünde (%3) anti-meningokok IgG saptanmıştır. Bu oran aşı sonrası alınan serum örneklerinde %48 olduğu görülmüştür. Nazofarengeal taşıyıcılık hiçbir katılımcıda saptanmadığı için aşı sonrası altıncı ayda taşıyıcı izlemine gerek olmamıştır. Sonuç: Çalışmamıza katılan hekimlerin nazofarengeal kültürlerinde meningokok taşıyıcılığı saptanmamıştır. Meningokok taşıyıcılığı açısından hekimlerin yüksek riskli olmadığı görülmüştür. Bilindiği kadarıyla, sağlık hizmeti sunan kişilerde meningokok taşıyıcılığını araştıran ülkemizden bildirilen ilk çalışmadır. Araştırmamızda, Men-ACWY-DT tek doz aşı uygulama sonrası otuzuncu günde katılımcıların yaklaşık yarısında antikor yanıtı oluşmuştur. Bu düşük antikor yanıtı sağlıklı erişkinlerde dahi ikinci doz aşılama gerekliliği açısından uyarıcı olabilir.Öğe Madde kullanım bozukluğu tanısı ile izlenen ergenlerdeki otistik özellikler, empati ve duygu düzenleme becerilerinin sosyal sorun çözme becerileri ile ilişkisinin araştırılması(Ege Üniversitesi, 2023) Cengiz, Gizem; Köse, SezenGiriş ve amaç: Madde kullanım bozukluğu (MKB), işlevsellikte kayıplara neden olan kronik gidişatlı bir bozukluktur. MKB olan ergenlerde, gerçek hayatta karşılaşılan her türlü problemin çözümünde kullanılan sosyal problem çözme becerilerinde eksiklikler olduğu belirtilmiştir. Araştırmamızda MKB tanılı ergenlerdeki sosyal sorun çözme becerilerinin; otistik özellikler, empati ve duygu düzenleme becerileri ile ilişkisinin araştırılması ve bu konuda literatüre katkı sağlamak amaçlanmıştır. Yöntem: Araştırmamızda olgu grubu Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Alkol ve Madde Bağımlılığı Araştırma ve Uygulama Merkezinde (EÜTF ÇERSH ABD-EGEBAM) MKB tanısıyla izlenen 14-18 yaş arasındaki 50 gönüllü hastadan oluşmaktadır. Kontrol grubu ise hastane personelinin herhangi bir psikopatolojisi olmayan 14-18 yaş arasındaki 50 gönüllü yakınından oluşmaktadır. Çalışmaya alınan tüm bireyler Okul Çağı Çocukları İçin Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi- Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli-Türkçe Uyarlaması (ÇDŞG-ŞY) yarı yapılandırılmış görüşmesi aracılığıyla değerlendirilmiştir. Tüm bireylere sosyodemografik veri formu uygulanmıştır. Olgulardan Duygu Düzenlemede Güçlükler Ölçeği (DDGÖ), Bağımlılık Profil İndeksi- Ergen Formu (BAPİ-e), Temel Empati Ölçeği (TEÖ), Sosyal Sorun Çözme Envanteri-Kısa Formu (SPÇE-KF) doldurması istenmiştir. Sonrasında ebeveynlere Güçler ve Güçlükler Anketi (GGA), Otizm Spektrum Anketi-Ergen formu (OSA-e), Otizm Spektrum Tarama Ölçeği (OSTÖ-TR), Dikkat Eksikliği ve Yıkıcı Davranış Bozuklukları için DSM-IV'e Dayalı Tarama ve Değerlendirme Ölçeği (Turgay)- Ebeveyn Formu verilmiş ve doldurmaları istenmiştir. Bulgular: Araştırmamızda MKB grubunda kontrol grubuna kıyasla; DDGÖ toplam puanı (p <0,001) ve tüm alt ölçekleri puanları, GGA ölçeği toplam puanı (p<0,001) ve prososyal davranışlar ölçeği hariç tüm alt ölçek puanları, OSTÖ-TR skoru (p<0,001), OSA-e toplam skoru (p<0,001) ve iletişim (p<0,001), sosyal beceri (p=0,006), hayal gücü (p=0,001) alt ölçek skorları anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. TEÖ toplam skoru ( p<0,001) ,bilişsel empati (p<0,001), duygusal empati skorları (p=0,031) ve GGA prososyal davranışlar skoru (p<0,001) ise anlamlı olarak düşük bulunmuştur. MKB grubunda kontrol grubuna kıyasla; dürtüsel tarz (p<0,001) ve kaçıngan tarz problem çözme (p=0,009) skorları anlamlı olarak daha yüksek iken, rasyonel tarz problem çözme (p<0,001), probleme olumlu yönelim (p<0,001) ve toplam SPÇE-KF (p<0,001) skorları anlamlı olarak daha düşük olarak bulunmuştur. MKB grubunda; toplam SPÇE-KF puanı ile DDGÖ ölçeği toplam puanı (r= -0,415 p=0,003) ve netlik (r= -0,474 p=0,001) alt ölçeği arasında negatif yönlü korelasyon bulunmuştur. Ayrıca, strateji (r= -0,346 p=0,014) ve dürtüsellik (r= -0,358 p=0,011) alt ölçekleri arasında negatif yönlü korelasyon bulunmuştur. BAPİ-e ölçeği toplam skoru (r= -0,405 p=0,004) ve motivasyon hariç tüm alt ölçek skorları, toplam SPÇE-KF skoru ile negatif yönde ilişkili olarak bulunmuştur. Sonuç: MKB tanılı olgularda empati becerilerinde, duygu düzenleme becerilerinde ve sosyal sorun çözme becerilerinde güçlüklerin mevcut olduğu ve bu grupta otistik özelliklerin anlamlı olarak daha fazla olduğu saptanmıştır. MKB grubunda duygu düzenleme becerileri ile SPÇ becerileri ilişki göstermektedir. Bağımlılık şiddeti de SPÇ becerileri ile ilişkili olarak bulunmuştur.Öğe Kökleri nervus alveolaris inferior ile ilişkili bilateral mandibular 3. molar dişlerde konsantre büyüme faktörü uygulanan koronektomi operasyonunun post-operatif klinik ve radyolojik değerlendirilmesi(Ege Üniversitesi, 2023) Dudak, Muharrem Ergün; Koca, HüseyinGömülü mandibular üçüncü molar dişlerinin çekim kararı verilirken hastalık ve semptom bulgularının olup olmamasına göre değerlendirilmektedir. Birçok durumda ilgili dişlerin operatif çekimi rutin olarak yapılabilmektedir. Ancak gömülü mandibular üçüncü molar dişlerin nervus alveolaris inferior ile ilişkili olduğu bazı durumlarda dişlerin çekimi önemli post operatif komplikasyonlara neden olabilmektedir. Bu durumu önlemek amacıyla tanımlanan "Koronektomi" uygulaması sayesinde semptom ve hastalık bulgularına yol açan etken ortadan kaldırılırken köklere ve nervus alveolaris inferiora dokunulmadığı için post operatif sinir komplikasyonları önlenmiş olur. Konsantre Büyüme Faktörü (KBF) uygulamasının yara iyileşmesine ve post operatif hasta konforuna olumlu etkisi son yıllarda yapılan çalışmalarda bildirilmiştir. Biz de çalışmamızda kökleri nervus alveolaris inferior ile ilişkili mandibular üçüncü molar dişlere koronektomi uygulamasıyla birlikte KBF yerleştirilerek post operatif parestezi, ağrı ve ödem gibi komplikasyonları azaltmayı hedefledik. Çalışmamız Ege Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Ağız, Diş ve Çene Cerrahisi Anabilim Dalı'nda gerçekleştirilmiştir. Burada yapılan detaylı gözlem ve muayeneler sonucunda kökleri nervus alveolaris inferior ile ilişkili olduğu tespit edilen ve "Koronektomi" endikasyonu konulmuş olan 35 hasta çalışmaya kabul edilmiştir. Standardizasyonun sağlanabilmesi adına bilateral vertikal pozisyonda gömülü dişlere sahip olan hastaların seçilmesine özen gösterilmiştir. Bilateral koronektomi işlemini takiben bir tarafa hastanın kendi venöz kanından elde edilen konsantre büyüme faktörü uygulandıktan sonra cerrahi bölge primer olarak kapatılmıştır. Diğer taraf ise koronektomi işleminin ardından primer kapatılmıştır. Post operatif ödem miktarının değerlendirilmesi için hastalar post operatif 2. ve 7. gün kontrol edilmiştir. Ağrı dereceleri ise 7 günlük süre içerisinde VAS ile kayıt altına alınmıştır. Elde edilen veriler istatistiksel değerlendirme için Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyoistatistik ve Tıbbi Bilişim Anabilim Dalı'nda analiz edildikten sonra tarafımıza bildirilmiştir. Buna göre konsantre büyüme faktörü uygulamasının post operatif ağrı ve ödem üzerinde hastalar açısından olumlu bir etkiye neden olduğu anlaşılmıştır. Sonuç olarak koronektomi işleminden sonra hiçbir hastada post operatif sinir hasarı yaşanmamıştır. Konsantre büyüme faktörünün koronektomi operasyonu sonrası ödem ve ağrı oluşumunu minimalize ettiği görülmüştür. Koronektomi ve konsantre büyüme faktörünün post operatif hasta konforuna etkisini değerlendirebilmek amacıyla ödem ve ağrı dışında alveolit, kanama, enfeksiyon, kök migrasyonu üzerine etkisi, kemik remodelasyonu hızına etkisi gibi konularda daha fazla sayıda hasta grubu içeren çalışmalara ihtiyaç vardır.Öğe Düşük ejeksiyon fraksiyonlu kalp yetersizliği hastalarında sol ventriküler recovery oranlarının ve prediktörlerinin retrospektif belirlenmesi(Ege Üniversitesi, 2023) Tamnik, Fatih; Nalbantgil, SanemAmaç: Düşük ejeksiyon fraksiyonlu hasta grubunda miyokardiyal recovery oranlarının ve prediktörlerinin belirlenmesi Gereç ve Yöntem: Çalışmaya dahil edilme kriterlerini karşılayan 1436 hasta alındı. Çalışma tek merkezli, retrospektif, gözlemsel niteliğindedir. Çalışmamıza dahil edilen tüm hastaların hipertansiyon, diyabetes mellitus, hiperlipidemi, serebrovasküler olay, akciğer hastalığı, karaciğer hastalığı, renal hastalık, sigara kullanımı açısından dağılımları, elektrokardiyografi bulguları (Sinüs ritmi, Atrial Fibrilasyon varlığı, Pace ritmi şeklinde sınıflandırılarak), Ekokardiyografi bulguları (Sol ve Sağ ventrikül ejeksiyon fraksiyon değerleri, Sol ventriküler sistol ve diastol sonu çapları, Sol atrium çapları, kapak yetmezliklerinin dereceleri, Sağ ventriküler fonksiyonlar ile ilgili TAPSE, RSVM, sPAB değerleri), kliniğe başvuru sırasındaki kan basıncı değerleri, başlangıç NYHA fonksiyonel sınıf değerleri, Nt-ProBNP takip değerleri ve KİEC verileri değerlendirildi. Elde edilen veriler olgu rapor formuna kaydedildi. Çalışmadaki prediktörlerin belirlenmesi adına ikili lojistik regresyon analizleri uygulandı. Bulgular: Çalışmadaki hastaların yaş ortalaması (±ss) 46,89 (12,28) idi. Hastaların %27,2'si kadındı. Hastalar kardiyomiyopati türü açısından sınıflandırıldığında, hastaların %57,7'si (n=837) iskemik, %42,3'ü (n=599) non iskemik etiyolojiye sahipti. Toplamda 157 hastada (%10,9) recovery geliştiği saptandı. Bu oran non iskemik grup için %18,7, iskemik grup için %5,3 idi. Non iskemik etyoloji ile takip edilen gruptaki recovery oranları belirgin olarak yüksekti. İlişkili olabilecek faktörler açısından yapılan analizde atrial fibrilasyon varlığı (OR:3,177, GA:1,409-7,162, p=0,005), kıvrım diüretiklerinin kullanımı (OR:2,673, GA:1,690-7,688, p<0,0001), Nt-ProBNP değerlerinin (OR:1,000, GA:1,000-1,000, p=0,006) ve NYHA sınıflarının (OR:4,793, GA: 2,230-9,988, p<0,0001) artması, LVEDD çaplarının (OR:1,085, GA:1,055-1,117, p<0,0001) artması ve ciddi triküspit yetmezlik (OR:2,930, GA:1,023-8,392, p<0,0001) varlığı çoklu değişkenli analizde istatistiksel anlamlılığa ulaşan negatif prediktörler olarak saptanmıştır. Sonuçlar: Sonuç olarak recovery oranlarının ve prediktörlerinin belirlenmesinin amaçlandığı bu çalışmada total recovery oranı %10,9 saptandı. İlişkili olabilecek faktörler ise; Non-iskemik etyoloji, BNP değerlerinin daha düşük olması, NYHA sınıflarının daha düşük, AF olmaması, loop diüretik kullanmıyor olmak, daha küçük LVEDD çapları, ciddi triküspit yetersizlik olmaması olarak saptanmıştır.Öğe Farneosid X reseptörüne ait tek nükleotid polimorfizmlerinin insanda hepatosellüler karsinom gelişimiyle ilişkisi(Ege Üniversitesi, 2023) Özüdoğru, Talha; Akarca, Ulus SalihGiriş ve Amaç: Hepatosellüler karsinom (HCC), karaciğer en sık primer kanseri olup prognozu oldukça kötü bir hastalıktır. Ülkemizde ve dünyada görülme sıklığı artmakta ve her geçen gün daha fazla ölüme neden olmaktadır. Bu nedenle yüksek riskli kişilerde HCC gelişimini erken saptayabilmek hayati önem taşımaktadır. Bu çalışma ile daha önce hepatoprotektif rolü ortaya konulan Farnesoid X reseptörü (FXR) genine ait dört adet tek nükleotid polimorfizminin karaciğer sirozu zemininde HCC gelişimi ve HCC prognozu ile ilişkileri etkileri incelenmiştir. Gereç ve Yöntem: Araştırma, bir olgu-kontrol çalışması olarak tasarlanmış ve çalışmaya 2021 ve 2022 yıllarında Ege Üniversitesi Gastroenteroloji Kliniğine başvuran seçilmiş kriterlere uygun 101 HCC tanısı olmayan karaciğer sirozu hastası, 101 karaciğer sirozu zemininde HCC tanısı almış hastalar dahil edilmiştir. Çalışmaya dahil edilen her hastadan polimorfizm analizinde kullanılmak üzere periferik kan numunesi alınmış ve her hastanın demografik özellikleri, özgeçmişleri, aile öyküleri ve laboratuvar tetkikleri kaydedilmiştir. Polimorfizm analizleri ile saptanan genotiplerin, hastaların özellikleri ile ilişkileri incelenmiştir. Bulgular: Çalışmada yer alan 202 hastanın 140'ı (%69,3) erkek, 62'si (%30,7) kadındır. Erkek/kadın oranları olgu grubunda 84/17, siroz grubunda 56/45 (p<0,0001) bulunmuştur. Çalışmaya alınan tüm hastaların 62'si (%30,7) çalışma sürecinde hayatını kaybetmiştir. HCC hastalarının 47'si (%46,5), siroz hastalarının 15'i (%14,9) ölmüştür (p<0,0001). Olgu ve kontrol gruplarında rs56163822 GT genotiplerinin dağılımı (%5,9'a karşı %5, p=0,757) , rs35724 CC/CG/GG genotiplerinin dağılımı (%20,8/%48,5/%30,7'e karşı %15,8/%50,5/%33,7; p=0,652), rs11110385 CC, CT, TT genotiplerinin dağılımı (%51,5/ %41,6/%6,9'e karşı %43/%49/%8; p= 0,484), rs11110390 CC, CT, TT genotiplerinin dağılımı (%56,4/%43,3/%6'ya karşı %45/%48/%7; p= 0,263) benzerdir. Tüm hastalara bakıldığında rs56163822 GG genotipinde asit görülme oranı GT genotipine göre daha yüksektir (%16,7'ye karşı %67,4; p= 0,021). Tüm hastalar için rs35724 GG genotipinde CG genotipine göre daha fazla özofagus varis kanaması (ÖVK) görülmüştür (%38,5'e karşı %19; p= 0,022). Yine tüm hastalar için, rs11110390 TT genotipine sahip hastalar CC ve CT genotiplerine sahip olanlara göre daha fazla kompanse seyretmiştir (%92'ye karşı %50/%55; p=0,0231). HCC hastaları için yapılan yaşam süresi analizlerinde medyan yaşam süresi 22 ay olarak bulunmuştur. Çok değişkenli Cox regresyon analizinde asit varlığı (p=0,0005), GGT(p=0,0005), log AFP (tanı anındaki; p=0,0002), HCC'nin infiltratif özellikte olması (p=0,0168), hepatik ven tutulumu (p=0,0003) HCC hastalarında mortalite ile ilişkili bulunmuştur. Bu parametrelerden geliştirilen prognostik indeksin ölümü ön gördürmedeki sensitivitesi %84,8; spesifitesi ise %77,4 olarak saptanmıştır. Bu prognostik indekse göre kötü prognozlu görünen 52 HCC hastası için rs35724 genotipleri ayrı olarak incelenmiş ve rs35724 GG genotipi, CG ve CC genotiplerine göre daha düşük medyan yaşam süresi ile ilişkili bulunmuştur (4 aya karşı 20 ay/24 ay; p=0,041). Ayrıca HCC hastaları içinde kötü prognozla ilişkili özellikleri olanlarda (asit olanlar, AFP>20 µg/L olanlar, albümin <3,5 mg/dl olanlar, ALP>157 U/L olanlar, Child C sirozu olanlar, hepatit C enfeksiyonu dışında etyolojiye sahip olanlar) rs35724 GG genotipi, daha düşük yaşam süresi ile anlamlı olarak ilişkili bulunmuştur. Sonuç: FXR polimorfizmlerinin karaciğer sirozu hastalarında HCC gelişimi ile bir ilişkisi bulunmamaktadır. FXR rs35724 GG genotipi kötü prognostik özelliklere sahip HCC hastalarında anlamlı olarak düşük yaşam süresi ile ilişkilidir.