Ege Üniversitesi Kurumsal Akademik Arşivi

DSpace@Ege, Ege Üniversitesi tarafından doğrudan ve dolaylı olarak yayınlanan; kitap, makale, tez, bildiri, rapor, araştırma verisi gibi tüm akademik kaynakları uluslararası standartlarda dijital ortamda depolar, Üniversitenin akademik performansını izlemeye aracılık eder, kaynakları uzun süreli saklar ve telif haklarına uygun olarak Açık Erişime sunar.




 

Güncel Gönderiler

Öğe
Skolyoz cerrahisinde üç boyutlu yazıcı teknolojisi ile oluşturulan birebir boyuttaki hasta modelinin deformite anlama sınıflama ve ameliyat planlamasına etkisi
(Ege Üniversitesi, 2024) Öztürk, Anıl Murat; Öztürk, Volga; Gökmen, Figen; Özer, Mehmet Asım
Amaç: Skolyoz hastalarının cerrahi tedavisi, bu deformitenin birbirinden farklı şekilde olması, sınıflamasının zor olması ayrıca toraks ve batında eşlik eden deformitelerin bulunması nedeniyle oldukça zordur. Radyolojik tetkikler ne kadar gelişmiş olursa olsun, deformitelerin birbirinden çok farklı varyasyonlarla ortaya çıkması nedeniyle üç boyutlu modelleme ile vertebradaki sorunlar daha iyi gösterilebilmektedir. Büyük cerrahi müdahalelerin hastaların yaşam kalitesini olumsuz etkiler. Ameliyat sonrası dönemde hastanede yatış süreleri uzundur. Bu gibi durumların hem hastanın hem de ülkenin ekonomisine olumsuz etkileri vardır. Üç boyutlu modellerin eğitim materyali olarak son yıllarda kullanımının yaygınlaşması hem eğitim maliyetlerini düşürmüş hem de cerrahların öğrenme eğrilerinin süresini kısaltmıştır. Bu sayede öğrenme eğrisi süresinin kısalmasının sonucu olarak; operasyon süresinin kısalması, implantların daha efektif kullanılması, kan transfüzyon ihtiyacının azalması ve operasyon sırasındaki radyasyon maruziyetinin azalması ön görülmektedir. Bu nedenle bu uygulamaların cerrahi eğitime katkısının yanında dolaylı olarak ülke ekonomisine de faydası olacaktır. Bu çalışmanın amacı dijital olarak tasarlanmış üç boyutlu skolyoz modellerinin preoperatif kullanımının cerrahi planlamaya etkisi ve bu eğitim modelinin uygulamacılar tarafından değerlendirilmesini araştırmaktır. Bu çalışmanın diğer amacı ise farklı eğitim yıllarındaki asistanların cerrahi becerilerini karşılaştırmak ve spinal cerrahi uygulamak için gerekli öğrenme eğrisi süresi hakkında bilgi sahibi olmaktır. Gereç ve Yöntem: Daha önce skolyoz deformitesi nedeni ile poliklinikte muayene edilmiş ve ameliyat endikasyonu konmuş de novo skolyozu olan bir hastanın ameliyat öncesi çekilen radyolojik görüntüleri (BT, direk grafi) kullanılmıştır. Bu hasta için 3 boyutlu lomber deformite modelinden 20 adet birebir boyutta basılmıştır. Hasta modelini kullanarak uygulama yapan ortopedi ve travmatoloji uzmanlık eğitimi alan 20 asistan hekimden oluşan grup 1) Kıdemsiz asistan hekimler (daha önce aktif olarak vertebra cerrahisi operasyonlarına katılmamış) 2) Orta kıdem hekimler (aktif olarak vertebra ameliyatlarına gözlemci olarak katılmış) 3) Kıdemli asistan hekimler (aktif olarak vertebra ameliyatlarına katılmış ve birinci cerrah ile birlikte cerrahi operasyona katkısı olanlar) olacak şekilde 3 gruba ayrılmıştır. Ege Üniversitesi Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı asistanlık öğrencilerinin her biri 5 lomber seviye için toplamda 10 adet pedikül vidası uygulaması yapmıştır. Uygulama yapan ekibin, uygulama sırasında kullandığı vidaların boyu, uygulamanın işlem süresi, pedikül vidalarının yerleşimi ve uzmanlık öğrencilerinin materyal ve cerrahi teknik hakkındaki görüşleri değerlendirilmiştir. Bunun için pedikül vida ölçümleri ve daha önce hazırlanan uygulayıcı memnuniyet anketleri kullanılmıştır. Bulgular: Katılımcılara uygulama sonası yapılan anket ile uygulamanın ve modelin çeşitli özellikleri değerlendirildi. Uygulama adımlarının zorluğuna ilişkin değerlendirmede uzmanlık öğrencilerinin en çok zorlandığı basamağın pedikül vidasının doğrultusuna karar vermek olduğu görüldü. Ayrıca modelin yapısından dolayı drillerin korteksi geçerken yarattığı direnç kaybı hissinin yeterince gerçekçi olmadığı belirtildi. Ayrıca sorulan sorularla modelin genel özelliklerini değerlendirirken simule edilen ortamın eğitim için olumlu bir katkı yaptığını ve uygulama basamaklamaklarının gerçekçi olduğunu belirtmelerine karşın yumuşak doku taklidinin gerçekçi olmaması nedeniyle bu değerlendirme daha düşük puanlandı. Pedikül vida simülasyonunu en hızlı sürede tamamlayan katılımcı 26 dakika 22 saniyede, en yavaş tamamlayan kişi ise 62 dakika 59 saniyede tamamladı. Ortalam işlem süresi 34 dakika 36 saniye olarak ölçüldü. Uygulama sonunda vidaların %77.5’i doğru yerleştirilirken yanlış yerleşimli vidalar arasında ilk sırayı beklendiği üzere medial korteksi penetre eden vidalar aldı. Toplam kritik penetrasyon sayısı açısından gruplar arasında anlamlı derecede bir farklılık bulundu(p=0,001). Ayrıca Odds ratio hesaplandı ve 3 yıldan dağa düşük kıdemde olmanın kritik korteks penetrasyonu riskini 6,000 kat arttırdığı gösterildi. Kritik korteks penetrasyonunun lomber sevilere göre dağılımı değerlendirildi. Korteks perforasyonu ile lomber seviye arasındaki ilişki Ki-Kare testi yardımı ile karşılaştırıldı. İstatistiksel olarak anlamlı bir fark bulundu(p=0,001). Ayrıca Odds ratio hesaplandı ve yerleştirilen vidanın deformitenin olduğu seviyede olmasının kötü yerleşim riskini 4,667 kat arttırdığı tespit edildi Sonuç: Üç boyutlu modeller ortopedistlerin deformite özelliklerini tanımlamasını ve ameliyatın planlamasını daha iyi yapmalarını sağlamakla birlikte optimal cerrahi sonuçları sağlayacaktır. Kişiye özel deformite modelinin oluşturulması preoperatif ameliyat hazırlığı açısından oldukça yararlı bir yöntemdir. Teknolojik gelişmelerin sağlık alanında daha çok kullanılmasıyla birlikte bu konuda yapılan araştırmalar artmıştır, özellikle gelişmiş ülkelerde 3 boyutlu modellemenin tercih edilmesinin oldukça fazla yararı olmuştur. Tümör gibi yer kaplayan oluşumlarda, anatomisi ve geometrisi değişen yapıların kişiye özgü anatomik modellerinin oluşturulması, cerraha operasyon öncesi ve operasyon sırasında farklı bir bakış açısı sunmaktadır. Bu nedenle, ideal tedaviyi hastaya sunmanın yanında kişiye özgü özellikleri de üç boyutlu göstermesi açısından cerrahi planlamada yararlıdır. Bu modeller cerrahların hastaları operasyon içindeki risklere maruz bırakmadan, cerrahi tekniklerde değerli deneyimler kazanmalarına yardımcı olur. Cerrahların olası senaryoları hasta üzerinde uygulamadan önce tecrübe etmesi operasyon sonrası mortalite ve morbiditeleri azaltmaktadır.
Öğe
Hindi göğüs etlerinin vakumlu emdirim yöntemi kullanılarak adaçayı esansiyel yağı içeren nanoemülsiyonlar ile kaplanması
(Ege Üniversitesi, 2024) Serdaroğlu, Meltem; Sharefiabadi, Elnaz; Kavuşan, Hülya Serpil
Hindi eti yüksek protein ve düşük yağ içeriği nedeniyle sağlıklı bir et türüdür, ancak yapısı, bileşimi ve yüksek pH değeri nedeniyle oksidatif ve mikrobiyal bozulmaya duyarlıdır. Bu durum kanatlı endüstrisinde kalite ve ekonomik kayıplarının yanı sıra tüketiciler için sağlık risklerine neden olabilmektedir. Depolama sırasındaki kalite kayıplarının minimum düzeyde tutulması ve taze hindi etinin raf ömrünün uzatılması amacıyla yenilebilir kaplamaların et ve et ürünlerinde kullanımları araştırılmaktadır. Yenilebilir kaplamalar, antimikrobiyal, antioksidan maddeler, renklendiriciler, vb. aktif bileşenlerin gıdalara taşınabilmesi için yüksek potansiyele sahiptir. Bu doğrultuda planlanan projede, hindi etinin raf ömrünü uzatmak amacıyla yüksek jelleşme özelliği bulunan chia müsilajı ve antioksidan-antimikrobiyal özelliklere sahip adaçayı esansiyal yağı ile hazırlanan nanoemülsiyon formda yenilebilir kaplamaların kullanımı araştırılmıştır. Kaplama uygulaması, daha yüksek kütle alımı ve tutunma oranının sağlanması amacıyla hindi göğüs filetolarına kaplama materyali vakumlu emdirim tekniği (VE) ile uygulanmıştır. Bu projede raf ömrünün uzatılması amacıyla hindi göğüs etleri su (CV), chia musilajı (CMV) ve chia musilajı+ adaçayı esansiyel yağı (% 0.5-CMS1V, %1-CMS2V ve 1.5-CMS3V) içeren nanoemülsiyonlar ile vakumlu emdirim yöntemi kullanılarak kaplanmış ve +1℃'de depolama süresince ürün kalitesinde meydana gelen kalite değişimleri ve oksidatif stabilitesi incelenmiştir. Kaplama çözeltilerinin pH de eri 6.55-6.86 aralığında değişiklik göstermiş olup, formülasyona chia musilajı ve chia musilajı+adaçayı esansiyel yağı içeren nanoemülsiyon ile kaplama pH değerlerini arttırmıştır. Nanoemülsiyonlarda en düşük L*, a* ve b* değerleri %1.5 oranında adaçayı esansiyel yağı içeren grupta ölçülmüştür. Nanoemülsiyonların DPPH değerleri %50.94-55.53 aralığında değişmiş olup, adaçayı esansiyel ya (AEY) oranının artmasıyla, antioksidan etki ve toplam fenolik miktarı artış göstermiştir. Nanomülsiyon bazlı kaplamaların yüzeyinde yağ damlacıklarının nano boyutta olduğu ve homojen bir şekilde dağıldığı gözlenmiştir. Kaplanmış hindi göğüs etinde nem oranları belirgin bir şekilde yüksek bulunmuştur. En yüksek nem miktarı CMS2V grubunda tespit edilmiştir. Chia müsilajı eklenmesi örneklerin pH değerini düşük olmasına neden olmuştur. AEY'nin %1'den fazla kullanımı daha yüksek pH değerleri ile sonuçlanmıştır. AEY ve chia musilajı içeren çözelti ile kaplanan örneklerin STK değerleri ve sululuk indeksleri CV ve CMV gruplarından yüksek bulunmuştur. En yüksek sertlik değeri CV örneklerinde gözlenmiştir. Hindi etinin chia musilajı ve AEY ilave edilen kaplama çözeltisi ile kaplanması dokuda yumuşamaya neden olmuştur. Chia müsilaj ile kaplanmış CMV örneği ise, sıkı ve gözeneksiz bir yapı sergilemiştir. Adaçayı esansiyel yağı içeren nanoemülsiyonlar örneklerin örneklerin duyusal parametrelerinden lezzeti olumsuz etkilediği gözlenmiştir. Chia musilajı ve chia musilajı+AEY içeren örnekler depolama boyunca hindi etini mikrobiyal gelişime karşı korurken; lipit ve proteinleri de depolama boyunca oksidasyona karşı korumuştur. Sonuç olarak hindi etinin chia musilajı, chia musilajı+AEY içeren nanoemülsiyon çözeltilerin vakum emdirim yöntemi ile kaplanması, düşük depolama sıcaklıklarında 12 günlük depolama boyunca etin kalitesi korunurken, hindi etinde gelişen oksidasyonu ve mikrobiyal gelişimi geciktirmek amacıyla umut vaat eden bir teknik olarak göze çarpmıştır.
Öğe
Ege ve Akdeniz kıyılarımızdaki antik kent ve limanların kıyı çizgisi değişmelerinin delgi sondaj yöntemleri ile belirlenmesi
(Ege Üniversitesi, 2024) Öner, Ertuğ; Karadaş, Aylin
Türkiye'nin Ege ve Akdeniz kıyıları, jeolojik ve jeomorfolojik açıdan farklılık taşımasına karşılık, bu kıyılar boyunca, ilk yerleşmelerin başladığı dönemlerden bu yana, pek çok antik kent merkezi yer almıştır. Bunların bir kısmı günümüzde kıyı çigisinden içeride olmasına karşılık, geçmiş dönemlerde birer liman kenti olarak işlev görmüştür. İlk kurulduklarında kıyıda bulunan bu liman kentleri, özellikle son 6-7 bin yıllık sürede (Orta ve Geç Holosen'de) alüvyal birikimler nedeniyle kıyı çizgisinin açığa doğru ilerlemesi sonucu, giderek kıyıdan içeride kalmışlar, buna bağlı önemlerini yitirerek günümüzde harabeler şeklinde ören yerleri haline gelmişlerdir. Bazıları ise, liman yerlerinin yer değiştirmesine rağmen üzerlerinde günümüz kentleri gelişmiştir. Ege kıyılarımız, kıyıya dik yapısal uzanımlar nedeniyle oldukça girintili çıkıntılı; buna karşılık Akdeniz kıyılarımız yapısal ünitelerin kıyıya paralel olması nedeniyle nispeten düz uzanışlı, yüksek ve dik kıyılar halindedir. Özellikle Ege kıyılarımızın yapısal-jeomorfolojik özelliklerine bağlı olarak gelişen girintiler, aynı zamanda iç kesimlere doğru uzanan çukurluklar halinde olup içlerine büyük akarsular da yerleşmiştir. Bu akarsuların kıyıyıya ulaştığı noktalardaki liman kentleri verimli ovalara sahip olmaları, tatlısu kaynaklarına yakınlıkları ve iç kesimlere bağlantıların daha kolay olması avantajlarıyla daha da gelişmişlerdir. Ege kıyılarımızda Troia, Yenibademli, Yeldeğirmeni, Myrina, Panaztepe-Limankent, Bayraklı, Smyrna, Limantepe, Bağlararası, Teos, Efes, Kadıkalesi, Milet, Pilavtepe-Damlıboğaz bu antik kent ve limanlara örnektir. Akdeniz kıyılarımız, yapısal özelliklerinden dolayı dik ve yüksek kıyılar olmaları nedeniyle, Ege kıyılarına oranla daha düz uzanışlı olup fazla girintili-çıkıntılı değildir. Bu kıyılarda daha çok kıyı ile iç kesimler arasında bağlantının nispeten kolay olduğu yine büyükçe akarsu vadilerinin denize ulaştığı noktalarda antik limanlar gelişmiştir. Tektonik çukurların kıyılarında da olsa antik limanların gerisinde alüvyal düzlüklerin ve geniş vadilerin uzandığı kesimdekiler daha çok gelişme göstermiştir. Patara, Andriake, Finike, Anemurium, Perge, Aspendos, Rhegma, Burnaz, Seleucia Pieria gibi antik limanlar bunlara örnektir. Söz konusu bütün bu antik kent ve limanların bulunduğu kesimlerde kıyı çizgisi değişmeleri, bazen onların gelişimine olumlu etki yaparken, çoğunlukla olumsuz yönde etkili olmuştur. Buralardaki kıyı çizgisi değişmelerinin nedeni alüvyon birikimi (alüvyal boğulma) olduğu için, bu alüvyonların iç özelliklerini delgi sondajlarla inceleyerek, bu değişmeler ortaya konabilmektedir. Bu projemizin amacı da, seçilmiş örnek bölgelerden kıyı değişmelerini, Eijkelkamp el burgusu ve Cobra benzin motorlu çakma kompresörü ekipmanlarımızla yaptığımız ve yapacağımız alüvyal delgi sondajlarla ortaya koymaktır. Sondajlar ve bu sondajlardan alınan sedimanların granülometrik ve paleontolojik analizleri sonucu değişen ortam şartları ile eski kıyı çizgileri belirlenecek, kesitler, paleoco rafya haritaları çizilecek ve bu değişmelerin seçilmiş antik kent ve limanlar üzerindeki etkileri jeoarkeolojik açıdan yorumlanacaktır.
Öğe
Pediatrik nöroblastik tümörlerde IDRFnin belirleyiciliği ve cerrahi tedavinin uzun dönem sonuçlarının retrospektif analizi
(Ege Üniversitesi, 2023) Çelik, Ahmet; Ulman, Hilmican; Öztürk, Egemen; Ataseven, Eda; Demira, Bengü; Kızmazoğlu, Deniz; Dökümcü, Zafer; Ertan, Yeşim; Olgun, Nur
Amaç: Görüntülemeye Dayalı Risk Faktörlerinin (IDRF) nöroblastik tümörlerin cerrahi tedavi sonrası uzun dönem sonuçlarına etkisi araştırıldı. Yöntem: Ocak 2003- Haziran 2020 arasında kliniğimizde nöroblastom için cerrahi tedavi gören hastalar çalışmaya alındı. Hastaların radyolojik görüntüleri (ilk tanı ve kemoterapi sonrası pre-operatif değerlendirme) tek bir radyolog tarafından IDRF'ler açısından tekrar değerlendirildi, cerrahi ve onkolojik takip bilgileri geriye dönük olarak toplandı. Bulgular: 137 nöroblastom ve 13 ganglionöroblastom hastasının (n=150) IDRF'leri değerlendirildi. Abdomende büyük damarları sarma ile ilgili vasküler IDRF'ler (ilk sırada renal pedikül invazyonu) en sık görülmekte iken, IDRF'lerin kemoterapi duyarlılıkları birbirinden farklıydı. Kemoterapiye en duyarlı olan IDRF'ler spinal kanal infiltrasyonu, mezenter kökünde SMA dallarının tutulumu, torasik aort tutulumu, abdomen-pelvis arası devamlılık iken, kemoterapiye en az duyarlı olan IDRF'ler, T9-T12 arasında kostovertebral bileşke infiltrasyonu, böbrek pedikülü invazyonu, böbreklerin invazyonu, toraks-abdomen arası devamlılık olduğu görüldü. İlk tanı anında hasta başına ortalama IDRF sayısı 2,1 iken, kemoterapi sonrası pre-operatif değerlendirmede 1,4'e geriledi (p<.0001). 17 (%21,5) hastada IDRF negatifleşirken, 39 (%49,4) hastada ise IDRF'lerde azalma izlendi. Hiç kemoterapi sürecinde yeni ortaya çıkan IDRF olmadı. IDRF negatif olup, minimal invaziv cerrahi uygulanan hastalarda 2 (%8,0) hastada eritrosit transfüzyonu ihtiyacı, 1 (%4,0) hastada geçici Horner sendromu, 1 (%4,0) torakoskopik vakada açığa geçilme dışında komplikasyon görülmedi. Minimal invaziv cerrahi uygulanan tüm hastalara (%100) tam rezeksiyon gerçekleştirildi. Pre-operatif IDRF pozitifliği, intra-operatif komplikasyonlar (p=.001) ve cerrahi komplikasyonlar (p=.033) ile ilişkili bulundu. Tanı anında ve pre-operatif IDRF varlığı, düşük sağkalımla ilişkili bulundu (p=.01). Vasküler tipte IDRF'ler sağkalıma en olumsuz etkisi olan tip olarak saptandı. Sonuç: IDRF'ler nöroblastik tümörlerin cerrahi tedavisinde uzun dönem sonuçlar ve olası komplikasyonları öngörmede kullanılabilir ve tedavi planlaması buna göre yapılabilir. IDRF negatif hastalarda, minimal invaziv cerrahiye bağlı komplikasyonlar çok nadirdir ve tedavi başarısı yüksektir.
Öğe
Mağara bakterilerinden üretilen organik antibiyotiklerin antimikrobiyal ve antibiyofilm etkilerinin incelenmesi
(Ege Üniversitesi, 2024) Biber Müftüler, Fazilet Zümrüt; Karatay, Kadriye Buşra
Enfeksiyon hastalıklarının tedavisinde uzun yıllardır antibiyotikler kullanılmaktadır. Ancak dünyada ve ülkemizde yanlış ve gereksiz antibiyotik kullanımının yaygınlaşması sonucu, antibiyotik direncinde hızlı bir artış görülmektedir. Bu sebeple, özellikle biyofilm yapıdaki mikroorganizmalara karşı ve enfeksiyon kaynaklı hastalıkların tanı ve tedavisinde yenilikçi yaklaşımlara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu yenilikçi yaklaşımlardan biri; aynı zamanda projemizin konusu olan "günümüz sentetik antibiyotiklere alternatif, mağara bakterilerinden organik antibiyotiklerin izolasyonu ve antibiyofilm etkilerinin araştırılması" üzerinedir. Önerilen projede, bu konu üzerinde odaklanılmış ve mağara bakterilerden izole edilen organik antibiyotiklerin antibiyofilm etkilerinin, önceden oluşturulmuş bir biyofilm modeli üzerinde, bir radyonüklid vasıtasıyla belirlenmesi tasarlanmıştır. Antibiyotiklere karşı direnç gösteren bakteriler ile biyofilm arasındaki ilişkiyi bilmek enfeksiyon hastalıklarının önlenmesinde çok önemlidir. Biyofilm, mikroorganizmaların canlı veya cansız bir yüzeye yapışarak, kendi ürettikleri organik bir ekzopolisakkarid matriks içine gömülü olduğu, hareketsiz bir şekilde birbirine bağlı veya bir katı veya ara yüzeye tutunmuş bir mikroorganizma topluluğunu ifade eder. Biyofilm, genellikle bakterilerin yanı sıra diğer mikroorganizmaların da katılımıyla oluşabilir. Nükleer Tıp'ta kullanılan bazı radyonüklidler, görüntü işlevselliğinin yanı sıra hedefe yönelik ilaçların geliştirilmesine yönelik, kanserli veya enfeksiyonlu dokular tarafından seçici olan moleküller ile radyoişaretlenerek, bu dokulara yönlendirilebilirler. Bu çalışmada organik antibiyotikler, Nükleer Tıp'ta tanı ve tedavi amaçlı kullanılan 131I (İyot-131) radyonüklidi (364 keV Eγ ve t1/2= 8 gün) ile radyoişaretlenecektir. Literatürden İyot molekülünün anti-inflamatuar etkinliği olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla 131I ile radyoişaretli izole edilmiş organik antibiyotiklerin, enfekte bölgedeki biyofilm tabakalarının kırınımına ve enfekte bölgenin tanı ve tedavisine yönelik bir cevap verecekleri düşünülmektedir. Dünyada ve ülkemizde çok fazla sayıda keşfedilmeyi bekleyen mağaraların olduğu bilinmektedir. Tez Projesi kapsamında; ülkemizde araştırılması henüz tamamlanmamış Mersin'in Anamur ilçesindeki "Morca Düdeni Mağarası"ndan toprak ve mağara yüzey sürüntü örneklerinin toplanması ve toplanan örneklerdeki bakterilerin izole edilmesi planlanmıştır. Öncelikle, izole edilen bakterilerden antimikrobiyal duyarlılığa sahip olan suş(ların) seçilerek antibiyotik üretip üretmedikleri tespit edilmiştir. Akabinde bu bakterilerce üretilen organik antibiyotiklerin bakteri besi ortamından izolasyonu, izole edilen organik antibiyotiklerin altı farklı patojen mikroorganizmalar (Escherichia coli (ATCC 9637), Staphylococcus aureus (ATCC 29213), Pseudomonas aeruginosa (ATCC 39327), Vancomycin Resistant Enterococci (ATCC MP-1), SCCmec Type MRSA (ATCC MP-2), Candida albicans (ATCC 10231)) üzerindeki tutulumu incelenmiştir. İzole edilen organik antibiyotiklerin 131I radyonüklidi ile radyoişaretlenmesi, radyoişaretli antibiyotiklerin bu patojen mikroorganizmalar üzerindeki antibiyofilm etkileri Kantitatif Mikrodilüsyon Yöntemi ile oluşturulmuş Biyofilm modeli üzerinde gösterilmiştir. Tüm deneysel çalışmaların sonuçları, kontrol grubu olarak seçilen 131I radyoişaretli sentetik türevleriyle kıyaslanmıştır. Çalışmanın özgün değerini el değmemiş mağara kökenli organik antibiyotiklerin, bir radyonüklid ile radyoişaretlenerek antibiyofilm etkilerinin izlenmesi oluşturmaktadır. Türkiye'de mağara mikroçevresine yönelik birçok çalışma olmasına rağmen, mağara ekosistemine yönelik çalışmaların genellikle tür tayiniyle kısıtlı kaldığı görülmektedir. Genel kapsamı itibariyle pre-klinik nitelikteki organik antibiyotiklerin eldesi ve radyoişaretli organik antibiyotiklerin sentezi üzerine kurgulanan tez projesinin; enfeksiyon temelli biyofilm tabakasının kırınımı odaklı yeni nesil antibiyotikler üzerine yapılan bilimsel çalışmalara önemli bir katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Aynı zamanda gerçekleştirilen tez çalışması ile organik antibiyotiklerin ve radyoişaretli türevlerinin enfeksiyona yönelik ve biyoteknolojik ilaç geliştirme çalışmalarına yenilikçi bir bakış açısı katacağı düşünülmektedir.